31 Aralık 2009 Perşembe

Bittin ha sonunda!

Ah 2009 ah. Nasıl hesaplaşsam seninle, nasıl uğurlasam seni. Hayatım boyunca unutamayacağım belki de tek bir yıl olacak ki sensin o. Neler yaşattın bana?

Daha ilk ayında oğlumu verdin bana. Nasıl unuturum senin o rüya gibi 8 Ocak’ını. O telaşı, bir anda toplaşıveren dostları... Ve ilk kez besleyişimi mememden oğlumu... Ve onun ilk gülüşünü, ilk adımlarını, çıkardığı tüm o garip sesleri. Ve kucağımda geçirdiği her bir huzurlu dakikayı nasıl unuturum.

Ve bana attığın keleği 2009. Cemal’den gelen o telefonu. Ve sonrasında hayatıma ilk kez giren o kelimeleri. Ve bana yaşattığın korkuları... Cemalin ve annemin döktüğü gözyaşlarını, kesilen sütümü ve Barış’ın bir umut arayan sorularını, babamın her sabah ettiği telefonları, abimin taksiden indiği o anı, Müzi’nin telefondaki halini, dostların sıklaşan ziyaretlerindeki mahcup bakışları...

Unuturum sanma 2009. Affederim sanma...

Neden diye sormayacağım sana.
Seni derin bir oh çekerek uğurlamak istiyorum.
Sarılmak istiyorum sana dostça sen giderken.
Çünkü sen tüm o acıları bile yaşatırken bana; büyüttün beni, daha çok sevdirdin yaşamın bütün küçük detaylarını, sevdiklerimle daha da yakınlaştırdın.

Bir hayırsız evlat gibi seveceğim seni.
Ama hep seveceğim.
Oğlumun içinde olduğu her şey gibi...

Hoşçakal 2009.

23 Aralık 2009 Çarşamba

"Oğlum in o kaydırağın tepesinden"

Oğlum, gecenin bu vaktinde yatak bana babanla sıcacık bir uyku vaat ederken kalktım. Kütüphanenin raflarından emektar macintosh’umu çıkardım. Her zamanki üşengeçliğime geçit yoktu. Sana uzun zaman sonra yeniden yazarken, bütün mektuplarımı yazdığım bu kaleme ihtiyacım vardı.

Bilgisayarımı açtığımda “ığeavc xp;ş,,”, “y;ş,+XQ” isimli dokümanlar karşıladı beni. Bir minik saldırıyla damgalamışsın onları. Ve neden bilmem öylece bırakmışım ben de... Belki de şimdiki gibi gülümseyebilmek için bilgisayarımı her açtığımda.

Sana yazmayalı da bu bilgisayarı açmayalı da uzun zaman olmuş. Ve bu uzun zamanda ne çok şey birikmiş. Ama boşvermeli şimdi bunları. Bugün çok önemli bir gündem maddemiz var. Bugün seninle ilk adımlarını konuşacağız ve cesareti ve ikilemi.

Ne şanslı anne babalarız ki senin hem çekingen o ilk adımlarının hem de ilk uzun yürüyüşünün şahidi olduk babanla. İlkinde İstanbul’daydık birden iki koltuk arasında iki adım atıverdin. Sen attığın o minik adımın belki de farkında bile değilken biz “doktorumuzun önceden uyarısıyla mecburen içimizden” sevinç çığlıkları atıyorduk.

Sonra devam etti bu çekingen adımlar ve tamamen son dakika gelişmeleriyle babanla Mersin’deyken (onun deyimiyle baba ocağındayken) yerinden kalktın ve oldukça uzun bir mesafeyi kendi başına kat ettin. Koltuğa bir iki adım kala kendini ileri doğru atarak...

Senin yürüyüşünle başlayan bu süreç senin cesaretin gibi bizim de artık daha cesur olmamızı gerektiriyor. Seni yürümen için daha rahat bırakmamızı, sokakta elini bırakıp sana özgürlük duygusunu tattırmayı, koşup düşmenden o kadar çok korkmamayı...

Senin bu naif cesaretin bizi de bir sınava sokuyor ve ben bütün sınavlar gibi bu sınavdan da çekiniyorum. Çünkü sana olan sevgim ne kadar özgürlüklerden bahsedersem bahsedeyim sokakta elini sımsıkı tutmama neden olabilir. Ve sana “düşmemeye değil kalkmaya oyna” desem de kendimi ümitsizce senin düşmemen için çabalarken bulabilirim.

Zaman zaman kendimle ters düşecek hatalar yapsam ve ikilemler yaşasam da her zaman senin gibi cesur olmak için kendimle, anneliğimle, sevgimle mücadele edeceğimi bil. Ama tüm bunlara arada bir yenilme hakkımın olduğunu da.

Yani demem o ki gün gelecek kaydırağın en tepesine çıkmak ve oradan belki de baş aşağı kaymak isteyeceksin. Peki yap bunu. Seni aşağıda bekliyor olacağım yüreğim ağzımda. Ve eğer koca bir adam olduğunda bu yazıyı okurken albümden kaydırağın tepesinde sana yapışmış bir fotoğrafımı bulursan da ayıplama beni. Çünkü diğerlerini bilmem ama benim annelik maceramda ölesiye korkak ve bir o kadar da cesur bir kadın başrolde.

Artık hangisi ne zaman nerede ortaya çıkarsa...