25 Eylül 2008 Perşembe

Adana'da Oxford varmış anlaşılan

Küçüktüm küçücüktüm, orta sınıftan hallice bir ailenin kız çocuğuydum ve hali vakti yerinde bay ve bayanlarla aynı okula gitmekteydim. Okulun hemen yanında bir kırtasiye vardı: Atlas. (Sana işte bu kırtasiyenin ismini vermek istiyorum) Kırtasiye değil sanki sihirli dünya... Renk renk kalemler, cicili bicili defterler; gir de çıkma... Neyse işte bu kırtasiyeye bir gün pembe çantalar geldi, barbieli falan acayip şeyler. Bir modadır başladı herkes mevcut çantasını değiştirip bu çantalardan alıyor. Sonra da gerine gerine okula geliyor. Ben de arada okul çıkışları gidip tepelerde asılı bu çantalara bakıyorum (hayret yahu bugün bile kafamı kaldırsam görecekmiş gibi canlı hatırlıyorum).

Bizim maddi durumlar sakat. Yine de çanta isteğimden bahsediyorum anneannenle dedene. Aradan bir hafta geçiyor geçmiyor babamın bana çanta aldığını öğreniyorum. Odadan çanta gelene kadar içim içimi yiyor. Ama o da ne! Ellerinde koyu kahverengi, omuzdan askısı bile öylesine konmuş bir tuhaf çanta. Muhasebeci çantası gibi bir şey... Omzuna assan komik kaçar, elinde taşımak zorundasın. Tuhaf bir deri malzemeden yapılmış.

Müthiş bir hayal kırıklığı yaşamıştım; kız çantası beklerken oğlanların bile kullanmayacağı artık tedavülden kalkmış bir çantam olmuştu. Üstünde de Oxford yazıyordu. Bir arkadaşım "oxfordda okuyan tanıdığın mı var" demişti de iyice yıkılmıştım "bir de başka okulun çantasıymış" diye.

O çantayı eskitene kadar kullanmıştım bir şekilde. Zaman zaman içimdeki Barbie nefretinin suçlusu bu çanta mı acaba diye merak etmiyor değilim. Belki de hayatım bu çantadan sonra ikiye ayrılmıştır. Bilemiyorum tek bildiğim eğer kız olsaydın sana asla pembe barbieli bir çantayı almak istemeyecek olmamdır. Teyzenle bu konuyu çok önceden konuşmuş bu tip şeyleri alma görevini ona vermiştik.

İşin kötüsü erkek oldun diye de sevinemiyorum; çünkü erkek çocuklarının bayıldığı örümcek adamlı, bilmem neli çantalardan da hiç hoşlanmıyorum. Moda olan hiçbir şeyi sevmiyorum.

Gözün kör olsun kahverengi saplı çanta beni ne hallere düşürdün; senin yüzünden oğluma hevesle en janjanlısından çantalar alamayacağım. Sen alışverişe babanla git en iyisi Fıratçığım...

24 Eylül 2008 Çarşamba

Bi şey oldu

Seni düşünüyordum şehrin en kalabalık caddelerinin birinde. Tek başıma yürürken acayipleştim. Bi acayip şeyiz. Bilinenimiz kadar da bilinmeyenimiz var. Bi şey, bi şeyi beraberinde getiriyor, o bi şey seni başka bi şey yapıyor. Baska bi şey olunca seviyorsun, daha ne olsun. Düşününce seni, seviyorum hırlıyı hırsızı, orospuyu pezevengi. 

23 Eylül 2008 Salı

Ben senin bir superstar olmani istiyorum!

Gecmis:
Sanirim iki sene onceydi. Yine cok isimiz vardi, yine cok duzelti yapiyorduk, yine ara sira agliyor, ama illa ki, agladiklarimizin toplamindan daha cok guluyorduk. Annenin onunde bir tomar yazi vardi, okusunda duzeltsin icin. Roportaj veren amcalardan birinin adi geciyor yazida: Cemil Ozkan. Annen ne yapti dersin? Tamamen otomatik, icgudusel, kasitsiz, artik ne dersen oylesine bir tavirla, roportaj veren adamin adini "Cemal Ozken" olarak duzeltti. O gun anladim; baban annenin hayatina ait butun "duzgun"luklerin toplamiydi. O gun anladim, annenin bir tukenmez kalemi var, her gun kullandigi plastik kalemlerin aksine, hic bir yerde kaybetmedigi, yere dusurmedigi... O gun anladim cocuk, sen cok sansli bir insan olacaktin.

Simdi:
Gecmislerin toplami, insanin simdisidir; insanin "simdi"si ise onun "gelecegi"nin ipucunu verir. Ben bunu biliyorum ya, senin icin oyle mutluyum ki. Cunku simdi senin icinde saklandigin ve buyuyunce ne kadar korunakli oldugunu daha iyi anlayacagin yer var ya... Orada olusun "simdiye" ait ve bu "simdi"yi olusturan gecmis, cok dolu. Kocaman sevgiler, kocaman ozlemler, kocaman umutlar, kocaman uzuntuleri asan kocaman iki insan. Iste bu yuzden senin "simdi"n cok ama cok rahat. Aklin basina geldiginde, seni hazirlayan tum gecmisini ve simdini dusun cocuk. Dusun ve seni hak eden o dolu gelecekten asla vazgecme.

Gelecek:
Beklemek her zaman zor burada. Ne olursa olsun insan hep bir seyleri bekliyor, umuyor. Simdi sen oyle cok ama oyle cok umuluyorsun ki. Oyle cok bekleniyor ve tahmin edemeyecegin hatta benim bile tahmin edemeyecegim kadar ozleniyorsun ki... Bir cocuk icin anneyi mutlu etmek oldukca kolaydir. Bunu bil ve buraya gozlerini ilk actiginda agla cocuk. Cok agla, saglikla agla. Bil ki sen, aglamanla bile onu cok mutlu edecek tek varliksin.

Bu olsun (dilek niyetine):
Yenidogan icin dilenecek guzelliklerin haddi hududu yoktur. Cevrende butun bu iyilikleri senin icin dileyen cok insan var. Ilk basta da soyledim ya, senin sansli bir cocuk oldugunu daha sen annenin babanin aklina dusmeden once bile biliyordum ben. Benim de senin icin dileyecek cok seyim var, guzel ve iyi bir insan olman gibi. Ama bir sey daha: Umuyorum ki yakininda ya da uzaginda guzel olan, iyi olan hic bir insani iskalamazsin. Cunku bu cok aci bir sey. Ben bunu anneni tanidiktan sonra anladim biliyor musun? Birileri de belki benim icin "iskalamama" dilegi dilemistir ki ben anneni iskalamadim. Ama iskalayanlari gordum. Ona cok yakin olsalar da baska bir pencereden baktiklari icin, kafalarini "insan"liga cevirmedikleri icin annenin guzelligini bir sekilde tecrube etmeyen insanlar bildim ve onlar icin cok uzuldum. Umuyorum ki yakininda, otende, berinde olan ve fakat senin ozune gozlerini kapamis kimseler, karsit safta yer alsalar da senden, her seye ragmen senin guzelligini gorebilirler.

Bu da olsun (uc dilek hakkimiz var diye biliyorum):
Cocuk en cok da bu aklinda kalsin: Kocaman bir hayat oldugunu umuyoruz onunde. Bizler bu kocaman hayatinda nereye kadar senin yaninda bir sekilde yer aliriz bilemiyorum fakat sen kendi yolunda, insana ait her seyi yasayacaksin. Insana ait her olayi ve her olguyu. Ne yasarsan yasa, ne duyarsan duy layikiyla olsun. "Afilli bir raconla" yuru bu yolda. Bu kisacik yolda superstar ol diyorum cocuk! Hayat seni el ustunde tutsun.

Elin degmisken bunu da olduruver be haci:
Bu hayatta en az, guldugum ve guldurdugum insanlarin toplami kadar cok gulmeni dilerim.

Imza: Dunyanin en supersonic duygusu Tuyku Teyzen.

Mutlu çocuk

Derler ki mutlu anne babanın çocukları da mutlu evlilikler yaparmış. Senin anneannenin annesi ve babası yani büyük büyük deden ve ninen çok güzel yaşamışlar. Anneannen beşinci kız olarak dünyaya geldiğinde bile büyük deden (meşhur ramazan dede) sevinç çığlıkları atmış.  Ne güzel bir kız bu demiş. Biz o huzurlu neşeli ve mutlu ve sımsıcak aile ortamında büyüdük. Anneannen dedene aşık olduğunda yığınla mektup yazmışlardı birbirlerine. Muzur annen o mektupları gizlice okurmuş. Söz o mektupları bir gün annene vereceğim. Bizden bir anı olarak saklasın.   

Sana bir sır vereceğim canım torunum. Annen liseye gidene kadar ben ona pek de iyi bir anne olamadım. Çok sert davrandım. Bu davranışımın üzüntüsü ve ezikliği hep yüreğimin bir tarafında kalacak ve hep o davranışlarım aklıma geldikçe içim burkulacak. Geriye dönüp o yılları yaşamak ve onlara şimdiki Güler anne olmak isterdim. Çare yok. Çaresizim. Çare sizsiniz. Sizin varlığınız benim üzüntümü alıp götürüyor. Torunlarımla mutluluğun doruklarına çıkacağıma inanıyorum. Ve tüm olumsuz (yumuşatarak yazıyorum en hafifiyle) davranışlarım için annenden ve dayılarından özür diliyorum. Ama annen üniversiteye başladığından bugüne iyi bir dost olduk onunla. Arkadaş olduk. O gün bugündür annen benim en yakın dostum ve sırdaşımdır bunu böyle bilesin.  

Nerden başladım nerelere geldim. Mutlu ailelerin çocukları da mutlu olurmuş dedim ya. İşte sen dünyadaki şanslı çocuklardan birisin. Daha doğmadan sevgi çemberi içine almış annen ve baban. Onlardaki bu coşkulu sevgi biliyorum ki seni MUTLU ÇOCUK yapacak. Bu sevgiye anneannenin sevgisini de ekle yavrum. GÖNLÜMDE KOCAMAN BİR TAHT SENİ BEKLİYOR.

22 Eylül 2008 Pazartesi

"Bir Fırat var sanırım o beni evcilleştirdi"

Sen yaşamıma girdiğinden beri büsbütün duygusallaştığımı zaten söylemiştim. Geçen gün fark ettim ki şarkılar da sesler de daha güzel seninle. Takside giderken örneğin, birden çok sevdiğim bir türkü çalmaya başladı. Ruhi Su "Drama köprüsü"nü söylüyordu. Hemen doldu gözlerim. Zor tuttum kendimi ağlamamak için... Oysa ortada acıklı hiçbir durum yoktu. Küçük Prens'in dediği gibi "ne tuhaf yer şu gözyaşı ülkesi"...

Sen içimdesin diye her şey daha çok işliyor içime. Bu kesin.

Bak aklıma geldi; Küçük Prens'i mutlaka okumalıyım sana. Okudukça senin dünyana da daha çok yaklaşacağımız kesin. Belki o zaman sen fil yutmuş bir yılan resmi yaptığında, şapka resmi işte deyip geçmeyiz...

Çok sevdiğim bir minik bölümle bitirelim.

"..Güzelsiniz ama boşsunuz, diye ekledi. Kimse sizin için canını vermez. Buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile, o tek başına topunuzdan önemlidir. Çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgardan koruduğum odur, kelebek olsunlar diye bıraktığımız birkaç tanenin dışında bütün tırtılları uğruna öldürdüğüm odur. Yakınmasına, böbürlenmesine, hatta susmasına kulak verdiğim odur. Çünkü benim gülümdür o.."

Sonrasında şöyle der tilkiyle konuşurken "Bir çiçek var sanırım o beni evcilleştirdi"

Bizim gülümüzsün sen de. Susmasına kulak vereceğimiz... Bizi evcilleştirecek...

19 Eylül 2008 Cuma

Bugün cuma

Evet bugün cuma ve eğer sen doğmuş olsaydın benim her zamanki mutluluğum ikiye katlanmış olacaktı; seninle koca bir haftasonunu geçirip doyasıya birlikte olacağım için.

Senden sonra cuma günlerini daha çok sevip pazar günlerinden daha çok nefret edeceğim. Akşam saat 18'i daha çok sevip sabah saat 9'dan daha çok nefret edeceğim gibi...

Ne yapacağız biz sen evde öyle tatlı tatlı dururken? Nasıl ayrı kalacağız senden?

Şimdiden içim acıyor.

Ne güzel şey...

Naif adam senin şu baban. Geçen gece yatmak üzereydik. Bir şeylere gülüyorduk, birden "seni çok beğeniyorum" diyiverdi. Öylesine... Sanki o gece yeni tanışmışız gibi. Cümlelerin rengi olsaydı bembeyaz bir cümle derdim bunun için. Seninle de hep bu bembeyaz cümleleriyle konuşuyor baban. Geceleri yatmadan önce duyuyorsundur. Dün seni ne kadar sevdiğini anlatıyordu karnıma eğilmiş.

Seni hissetmek için o kadar sabırsızlanıyor ki zaman zaman kızıyor bana göbekli olduğum için. Ben de onu hep belki sonraki hafta hissedersin diye avutuyorum... Geçen gün de yeterince iyi beslenmiyorum diye (ki kendisi o esnada elma, kırmızı biber, armut ve salatalık tabağı hazırlamış ne var ne yoksa süpürüyordu) "keşke ben taşısam Fırat'ı" dedi.

Yeterince beslenmiyorum dediysem yanlış anlama; bu tamamen babanın kriterlerine göre. Yoksa her akşam yatmadan önce bir check list yapıyorum. Süt içtim mi, protein aldım mı, meyve yedim mi, kaç litre su içtim, ceviz yedim mi, demir hapımı, vitaminimi ve kalsiyumumu aldım mı vb. Ancak her şey tamamsa gönül rahatlığıyla uyuyorum. Listede balığı saymayı da tesadüf bu ya hep unutuyorum. E o kadar da olsun.

Nasıl olsa teyzen seni çiğ ve pişmiş formlarına alıştıracakmış, içim rahat. Doğduktan sonra bol bol yiyip, takviye et işte. Her şey de anneden beklenmez ki canım...

Bebek sağlığı eğitiminde

Dün bebek sağlığı eğitimindeydim. Bir hemşire abla bebek nasıl giydirilir, nasıl yıkanır bir oyuncak bebek üzerinde gösterdi. Tabii ben her adımda seni düşündüm. Babanla seni yıkadığımızı, seni giydirirken ilk günlerde yaşayacağım telaşı ve elbette ilerleyen günlerdeki rahatlığı... Akşam tek tek her şeyi babanla da paylaştım. Eğitimin ilk kısmında da bir çocuk doktoru sağlık konusunda çok önemli bilgiler verdi. Konu dönüp dolaşıp sünnete geldiğinde; hiçbir bilimsel yararı olmadığını söylemesi çok şaşırttı beni. O kadar az ki bu gerçeği böyle dile getirebilen doktor sayısı. Sanırım kendisi senin doktorun olmak için yeterince iyi.

Evet pipine dokunmayacağız. Her şeyden önce senin bedenin üzerinde böyle bir hakkımız olmadığından, bedeninin bütünlüğüne saygı duyduğumuzdan ve elbette seni böyle bir operasyonla sakatlamak istemediğimizden. Senin için verdiğimiz bu karar seni zaman zaman zor durumlarda bırakacak. Ülkenin, insanların kalıpları senin de canını yakacak; ama bundan "pipiyi kesip kurtulalım" kolaycılığıyla kaçmayacağız. Canını sıkacak olan nice şey gibi bunu da göğüsleyeceksin. Seninle alay etmeye kalkanlarla bilginle sen alay edeceksin; ya da kimi zaman bazı düşüncelerin cevap vermekle uğraşılamayacak kadar ilkel olduğunu görüp onları kulak arkası etmeyi öğreneceksin.

Bu konuyu uzun uzun konuşacağız seninle, her yaşında anlayacağın bir dilde. Sonrasında yine de pipinle ilgili karar senindir. Biz sen o kararı verecek yaşa gelene kadar onu doğadaki haliyle muhafaza edeceğiz. Ebeveylerin olarak kendimizle ilgili gurur duyacağımız bir şey varsa işte tam da budur o. Umarım ilerde sen de bizimle bu konudaki kararımız için gurur duyarsın bizimle.

16 Eylül 2008 Salı

Aşık olmak gibi bir şey

Babana yeni yeni aşık olduğum günlerde böyleydim. Bir anda o gelirdi aklıma ve içimi bir heyecan kaplardı. Midemle kalbim arasında bir yerlerde hafif bir sıkışma... Başlangıcın, bilinmezliğin o tuhaf duyguları. Yıllar sonra yeniden yaşıyorum bu hisleri. Günlük hayatın koşturması içinde bir anda aklıma geliveriyorsun, doğacağın gün ve sonrası... İşte o an tam da babana aşık olduğum günlerdeki sıkışma, kuruluyor her zamanki yerine.

Bu sıkışmalar senin için de baban için olduğu gibi yerini büyük bir sevgiye bırakacak. Emekle yoğrulmuş, adım adım büyütülmüş bir sevgiye...

Babana aşık olduğum bu ilk günlerde, ne zaman bu sıkışmaları yaşasam hep bir kare gelirdi gözümün önüne. Ona sarıldığım an ve onun beni sımsıkı kucaklayışı... Şimdi bu karede bir de sen varsın. Yumuşacık kucaklamışım seni. Sen başını bana yaslamışsın, ben babana... Babanın diğer kolunun altında abin. Ve baban o anlarda sanırım dünyanın en mutlu adamı...

Bir zamanlar yazdığı gibi babanın "dört dörtlük bir mutluluk" karesi işte... Hepimiz zevkten dört köşe...

15 Eylül 2008 Pazartesi

Bacaklarına meftun olduğum

Hayatımda ilk kez hayranlıkla, aşkla bir çift bacağı izledim. Senin minik bacaklarını. General ultrasonu açtığında sen de tam spor yapmaktaymışsın meğer. Su içinde bisiklet çeviriyordun kereta. Babanla hayran hayran seni izledik. 467 gram olmuşsun bile. Canım benim...

Bir sonraki randevumuz sadece 12 gün sonra... Bakalım dedikleri gibi çabuk geçecek mi sayılı gün...

12 Eylül 2008 Cuma

Gizli savaşçı

Uzun yıllar bu topraklar üzerinde yaşayan olarak, eğlencelerine ve kutlamalara çok katılmam. Çok az katılırım, bunun birçok nedeni var. Çok az katıldığım bir eğlencede abinle birlikteyiz bir yaz akşamı, yer Beşiktaş sahili. Katıldığımız eğlence biçimi konser. Bizim burada bulunma nedenimiz eğlenmek. Konser başladı, tam biz eğlenmeye ilk adımımızı atmışken ön taraflarda bir kavga başladı. Aras’ı (Aras o zaman dört veya beş yaşlarında) tuttuğum gibi arka taraflara götürdüm hızlıca. Ön taraftaki kavgayı izlerken Aras bana “baba sen niçin savaşmıyorsun” dedi. Bu lafı ne zaman anımsasam gülerim. 

Aklıma geldi

Baban bana hafızasını aktarırken onun gözlerini en çok abinle ilgili olanları anlatırken ışıl ışıl görüyorum. Veya en çok onları anlatırken tekrar yaşıyor o anlattığı şeyi... Geçen gün Aras'ın ateşlendiği günlerde ne kadar acı çektiğini anlattı. Hareketleri bile gözünün önündeydi ve o an bile acı çekiyordu abin öyle ateşlendiği için. Tabii neşeli anıları anlatırken de bir o kadar neşeleniyor. Abinin çişini tutma hikayesi vardır mesela onu her anlattığında kahkahalarla güler. Bu anıları sana da anlatmalı ki abin ilerde senin küçüklüğüne dair şeyleri anlatıp alay ederse, senin de elinde kozlar olsun.

Babanın bana aktardığı Araslı anılardan en sevdiğim ise; "Baba sen neden savaşmıyorsun". Babası (he he) bugün anlatsana o anıyı...

Nişantaşı'ndan Beşiktaş'a inen yolda

Eğitimlerden çıkınca eve yürüyerek dönüyorum. Bütün yokuş aşağı yollar gibi Nişantaşı'ndan Beşiktaş'a inen yolu da çok seviyorum. Üstelik geçtiğimiz haftalarda çok gizli bir yerde yoldan bağımsız merdivenler keşfettim (tam bir keşif diyemem aa nerden gidiyor ki bu diyerek bir kadını takip ettim aslında). Güzel güzel iniyorum aşağıya. Dün bu yolu babanla yürüdük.

Yolda her zamanki gibi laf lafı actı ve baban çocukluğuna dair ilk kez duyduğum birkaç anısını anlattı. Bu anıları belki ilerleyen dönemde paylaşır seninle (kaybolduğu iki gün ve amcan Kemal'in kaybolduğu gün). Onu dinlerken anılardan çok bu anıları bunca yıl sonra ilk kez duyuyor olmanın şaşkınlığı içindeydim. Altı yıldır sürekli konuşuyoruz eski ve yeni şeylerden ama eskiler taksit taksit çıkmaya devam ediyor ortaya. Sanırım ömrümüzün sonuna doğru bu süreç tamamlanmış olacak ve babanla hafızalarımızı birbirimize geçireceğiz. Onun hafızasındaki pek çok şey benimkinde de olacak (ve tersi de geçerli tabii). Uzun soluklu bir çalışmaya imza atıyoruz aslında...

Çok yaşlandığımızda, hafızamız bize oyun oynamaya başladığında da bu kitabı okur öyle anımsarız geçmişin tatlı detaylarını. Tabii her zaman içlerine yenilerini ekleyerek. Geçmişe hapsolmayınca çıkar hafızanın keyfi...

Seninle ilgili hafızamız ise en başından beri ortak olacak. Ama büyük ihtimalle en çok onlar üzerinden geçilecek tekrar tekrar. "Hatırlar mısın bir gün Fırat..." diye başlayacağız cümlelerimize. Ve kimi zaman nemli gözlerle kimi zaman kahkahalarla noktalayacağız cümleleri.

Hafızamızda seninle birikecek anılar için epey yer var. Tepe tepe kullanmalı...

"Memelerde kaldık hocam"

Artık doğum öncesi eğitim programından mezun olmak üzereyim. Belki bir diploma, sertifika falan verirler diye umutla bekliyorum. İlk kez bir eğitimi hiç devamsızlık yapmadan bitireceğim için birileri beni ödüllendirmeli. Hiçbir şey olmazsa en azından baban son eğitimden sonra beni yemeğe çıkarmalı. Manda sütünden yoğurt yiyerek bir kutlama yapmalıyız mesela...

Dün yine önemli bir eğitim vardı; anestezi ve doğum sonrası kadın sağlığı... Eğitimin ilk kısmı epey uzun sürdü. İkinci kısma neredeyse çıkış saatimizde geçtik. Ders ilerlerken birden arka kapı müthiş bir gürültüyle açıldı. Gelen babandı. Zaten öyle heybetli bir girişi de ondan başkası yapamazdı herhalde. O girdiğinde beyazperde de "memeler" yazıyordu. Hah dedim en heyecanlı yerinde geldin... Ders kısa bir süreliğine kesildikten sonra devam etti. Tabii benim için değil. Baban yine bir marjinal etkinliğinde bir iki bira yuvarladığından bir türlü rahat durmuyordu. Kah öpmek istiyor kah bir şey söylüyor kah elini karnımda gezdirip konsantrasyonumu bozuyordu.Ya hoca dersi dinlemediğimizi fark edip "evet hürücan söyle bakalım nerde kaldık" deseydi ne cevap verecektim. Aklımda derse dair tek bir şey vardı "memeler".

Son iki derse yalnız girmeyi tercih edeceğim sanırım. Baban iyi bir sıra arkadaşı değil. Sınıfta ondan başka yaramazlık yapan olmadığı için çok dikkat çekiyor ayrıca. Koca, memeler konusunu kaçırdık ya... Senin ekmek kapın.

11 Eylül 2008 Perşembe

Erkek dayanışması

Dün akşam artık bu isim mevzusunu kapatalım diye aile meclisini topladım. Bir de güzel liste yaptım favori isimlerimi de yazarak. Gönlümden hep Atlas geçiyordu. (Gülben Ergen'in oğluyla aynı isme sahip olacağını umursamadan) Özellikle ismin uluslararası olması, mitolojik bir anlamının olması üstüne üstlük yüzyılın deneyi (the atlas experiment) denen nanenin ismi olması ısrarımın nedeniydi. Neyse Abin, baban ve teyzen başladık isimleri tartışmaya. Abin Mert isminde ısrarcıydı. Biz teyzenle pis pis espriler yapıp güldükçe "ne alakası var, futbolcu kakanın ismi de kaka ne olmuş yani" diyordu. Biz de "eee ülkede Kakayla alay etmeyen var mı?" diye eğleştikçe eğleşiyorduk. Birtakım vitrifiye markalarıyla da eğlencemizi katlıyorduk. Meğer mühim olan "son gülen" olmakmış :)

Onca tartışmanın ardından abine hiçbir ismi beğendiremedik. Bir ara Baran da uzlaşılır gibi olduysa da iyice köy ağası ismine dönmesin diye vazgeçildi. Sonuç ne mi oldu?

Ailenin erkeklerinden birinin isteğiyle (baban) Fırat, diğerinin (abin) isteğiyle Mert'sin.

Mert oğlum benim...

9 Eylül 2008 Salı

Laf aramızda

Babanı severken ben de onun en çok iyiliğinden etkilenmişimdir. Sadece bana karşı değil, çevresine karşı da. Yıllar yıllar önce bir akşam hiç unutmuyorum; Rıfat Ilgaz'la ilgili bir şeyler anlatıyordum ona. Yaşının epey ileri bir döneminde gözaltına pek çok insanla birlikte alınmış üstelik darp edilmişti. Epey kızgın bir tonda babana bunu anlatırken gözlerinden yaşlar süzüldüğünü gördüm. Sonra bir başka akşam haberlerde izlediğim bir adamı anlatmıştım ona. Bu adam boşaltılmış bir köyde tek başına yaşıyordu ve her gün dama çıkıp umutla birilerinin köye dönmesini bekliyordu. Baban yine koyvermişti gözyaşlarını. Ona aşık olmak için pekçok nedenden sadece iki tanesi daha bir balkonda beş dakika içinde yaşandı. Her gün yenileri ekleniyor ve baban sürekli benim onu daha çok sevmem için bir şeyler yapıp duruyor. İstemeden, kendiliğinden, öyle varolduğundan. Liste başını hep taze tutuyor. Ve "cemali neden bu kadar seviyorum" listesinin ilk sırasında hep onun iyiliği yer alıyor.

(İkinci sırada ise gayet sığ bir şekilde heybetli boyu posu geliyor laf aramızda. Beni seviş biçimini ise bu listeye konulamaz derecesinde paha biçilmez buluyorum. O bambaşka...).

İyi insanlarla örülü bir yaşam

Yaşamın boyunca çok az sayıda dostun olacak. Onlarla çok şeyi paylaşacak ve en çok onlara güveneceksin. Peki sadece onlar mı yaşama bağlayacak seni? Hayır. Çok yakın dostluklar kurmasan da, her anını birlikte geçirmesen de kimi zaman çevrende iyi insanların olduğunu bilmek huzur verecek sana. Bugün baban bunun güzel bir örneğini yaşadı. Çalıştığın yerde, çay içtiğin cafede, yürüdüğün yolda, bindiğin otobüste iyi insanlar olduğunu bilmek mutlu edecek seni de. Başka türlü nasıl sürdürülebilir ki yaşam, tek başına veya birkaç dostla.

Aziz Nesin gibi birinin örneğin, senin yaşamını kolaylaştırması için bizzat omzuna koyması gerekmeyecek elini. Onun varolduğunu bilmek yeter. Birilerinin dünyanın herhangi bir yerinde insanlar için -ve en çok da çocuklar- güzel şeyler düşlediğini bilmek de. Farklı bölgelerde farklı zamanlarda seninle aynı şeyler için gözyaşı döktüğünü bilmek sonra. Veya öfkelendiğini...

Sağında solunda, iş yerinde apartmanında iyi insanlarla örülsün yaşamın; ve sen nerede olurlarsa olsunlar hep iyi insanların da varolduğunu hatırla umutsuzluğa düştüğünde.

Bilime müthiş saygılı bir adam

Bu anıyı da kuzenim Hüsne Altıok anlatıyor:

"Gelelim dedemizin okumaya ve okuyana duydugu saygıya. Bir gün dedem benim bez ciltli yüksek lisans tezimi görür. İngilizce olduğu için hiçbir sey anlayamaz ama adımı kitabın başında görür ve anneme sorar bu kitap nedir diye. Annem de kısaca benim yazdığımı söyler. Dedem bilimsel içerikli olduğunu anlamıştır ve saygısını kitabı öpüp başına koyarak gösterir."

"Küsmeler de sevdaya dahil"

Kuzenim Baskın Bıçakçı anlatıyor:

"Ramazan Dedenin Cemile neneye sevgisinin özel ve büyük olduğu söylenir hep. Nenemin ölümünden sonra dedem kendisine küsmüş, niçin beni bırakıp gittin Cemile diye. Hatta o kadar küsmüş ve kızmış ki, "ben onunla yanyana mezarda yatmam, bu dünyaya kardeşlerimle geldim, onların yanında yatar giderim bu dünyadan" diyerek kardeşlerinin yanına gömülmesini istemiş. Halen de durum böyleymiş. (Ramazan dedenin. kendisinden önce ölen kardeşlerine sevgisi de meşhurdur bu arada.)

Akkapı Mezarlığında, çok sevdiği karısı, kendisinden önce öldü diye, ona küsüp beş on metre uzakta, tatlı bir huysuzlukla yatan Ramazan Dedenin bu tavrı da büyük aşkın bir parçası aslında. Çünkü ünlü bir şiiri çevirerek söylersek, küsmeler de sevdaya dahil."

Bir dayak vakası

Hazır başlamışken bugünü de Ramazan Dinçsoy günü yapalım gel. Farklı kişilerden onunla ilgili hoş anıları dinleyelim. Yine anneannen anlatıyor:

"Babaannem huysuz bir kadınmış. Tabii o zamanlar hep birlikte oturulurmuş. Annem zengin kızı, rahat yetişmiş. İşini yapar, giyinir, süslenir babasıgile gidermiş. Babaannem buna çok içerlermiş. Bir gün dayanamamış, babam işten gelince bahçede onu yakalamış. "Bak Cemile her gün babasıgile gidiyor. Hiç evde durmuyor" demiş. Babam "Ben ona gösteririm" demiş. Bahçeden kalın, uzun bir sopa almış ve dalmış içeri. Babaannem dışarda bekleyip, içerdeki sesleri dinlemeye başlamış. Aman tanrım içerde kıyamet kopuyormuş. Pat-çat-küt... Sopa sesleri ve babamın çığlıkları: "Sen nasıl her gün gezmeye gidersin. Ben senin kemiklerini kırmaz mıyım. Al bakalım. Bir daha gidecek misin? Al-al. Pat pat" Her "al sana" dedikçe pat-pat sesler geliyormuş. Babaannem "Eyvah! Benim yüzümden kadını öldürecek" diye feryat etmiş ve annemi babamın elinden kurtarmak için hızla içeri girmiş. Gördüğü manzara karşısında donakalmış.

Eski evlerde yatak ve yorganlar yüklük denen yere üstüste dizilirmiş. Babaannem bakmış ki; babam elindeki sopayla yüklükteki yorganları, yastıkları dövüyor, onlara bağırıyor. Annem de yer minderinde gülme krizi geçiriyor. Babaannem "Tüh senin sakalına" deyip bir küfür çakmış ve dışarı çıkmış.

Bu olay babam Ramazan Dinçsoy'un ne kadar hümanist olduğunu; hem karısını hem annesini kırmamak adına ne oyunlar yaptığını gösteriyor. Eğer biz Ramazan Dinçsoy'un kızları evliliklerimizde bu kadar mutluysak bunu babamıza borçlu olduğumuzu biliriz. Annemle babamın mutluluğu her zaman bize örnek olmuştur."

"Tiyatroya gidiyoruz"

Anneannenin zamanında bizimle paylaştığı bu anı gerçekten kitabımıza girmeyi hak ediyor. Başrolde anneannenin babası, benim dedem, senin büyük deden Ramazan Dinçsoy. Dün anlatacağımı söylediğim hikayeyi gel anneannenin kaleminden okuyalım:

"Babam taksi şoförü idi. Bazen çok kazanır, bazen az kazanırdı. Az kazandığı kış günlerinden biriydi. Evde odun bitmiş, sobayı yakamıyorduk. Hepimiz soğuktan tir tir titriyorduk. Babam işten gelmiş, yemeğini yemiş, bizi seyrediyordu. Birden ayağa kalktı. "Haydi sizi tiyatroya götürüyorum" dedi. Annem kızgınlıkla babama baktı ("Odun alamıyorsun, tiyatroya mı götüreceksin" der gibiydi). Babam, anneme aldırış etmeden "Haydi arkama dizilin" dedi.

Babam önde, biz 4 kız 2 oğlan (en büyük ablam evlendiğinden o yoktu) yaş sırasına göre babamın arkasına birbirimizin belini tutarak dizildik. Babam düdük çalar gibi garip sesler çıkararak "Haydi yola çıkıyoruz" dedi. Ve evin ortasında bir daire çizerek koşmaya başladık. Babam habire konuşuyordu "Haydi karşıya geçiyoruz. Arabalara dikkat edin. Tamam şimdi kaldırıma çıkın. Bir-iki-bir-iki. Hoooop tiyatroya geldik." Evin içinde 10-15 tur atmış, gülmekten her birimiz bir yana yığılmıştık. Ne soğuk kalmıştı, ne üşümemiz. Annemi de en sonunda güldürmüştü babam. O gece sımsıcak bir sevgiyle ısınmış ve mışıl mışıl uyumuştuk."

İşte sen böyle bir dedeyle aynı genleri paylaşıyorsun. Zor durumlarda mutlu olmanın yolunu kolayca bulabilmelisin. Ve gülmenin...

8 Eylül 2008 Pazartesi

Mutluluğun formülü

Annem küçükken biz ne zaman bir şey için söylensek; hep aynı cevabı verirdi "biraz pollyannacılık oynayın" O zamanlar çocuk aklımızla bu pollyanna denen kızdan nefret eder olmuştuk... Yalnız yine de bir yerden aklımıza kaçmış işte. Pek çok olayın mutlaka iyi tarafını da bulup mutlu olmak benim için çok sıradan. Kredi verseler sevinirim vermeseler sevinirim, beklediğim kişi gelse sevinirim gelmese sevinirim, hamile çıksam sevinirim çıkmasam sevinirim.Savunma mekanizması gibi bir şey, henüz işin başında eğer işler düşündüğüm gibi gitmezse mutlu olacak bir şeyler ararım.

Tabii yine de sana pollyannacılık oyna demeyeceğim. (Nitekim kitabın ilk sayfalarında seninle paylaştığım oyunlarda da yer vermemiştim.) Bu oyun üzgünüm ama zaten içine işleyecek. Genlerinde var bu senin. Bakınız az sonra anlatacağım hoş aile anısı...

Bu arada annemin pollyannacılık oynayın cümlesi gibi bugün sürekli ona hatırlatıp güldüğümüz bir kalıp cümlesi daha vardı: "pislikten". Ne zaman bir yerimizin ağrımasıyla ilgili şikayet etsek annem "pislikten" derdi. Sanırım Adana hamamcılar federasyonuyla bir nevi gizli anlaşma imzalamıştı anneannen. Oysa o meşhur (şimdilik) reklamda dendiği gibi "kirlenmek güzeldir"

Sen bol bol kirlen. Ağzın kolların pislik içinde gel eve. Oyun yorgunluğuyla at kendini koltuğa, kıpkırmızı bir suratla. İstersen bir bardak su içip ya da bir minik tost yiyip tekrar arkadaşlarının yanına dön. Akşam heyecanla bize o gün olanları anlat. Babanın da benim de seni gözlerimizde mutlulukla dinleyeceğimize emin olabilirsin. Seni oyunun en tatlı anında eve çağırmayacağımıza da... Kirli yanaktan bir minik öpücük yetecektir bize, banyo çıkışında bir sıcak kucak...

Şehir hayatı içinde çok zor biliyorum; ama yine de kirlenecek kadar şanslı olmanı istiyorum. Nasıl yapsak...

İçim kıpır kıpır

Oh be sonunda. Artık neredeyse emindim bana çektiğinden ve müthiş tembel bir bebek olduğundan. Bugün mahcup ettin beni ve kıpır kıpır oynayarak babanın oğlu olduğunu gösterdin. Yemek yerken özellikle coştun. Bu sürekli yemek yemem için bana verdiğin bir mesaj mı yoksa? Böyle düşünmek işime gelir açıkcası.

Babanla haftasonu provadaydık. Önce Cansu'yu görmeye gittik sonra Sarp'ı. Sarp, minicik bedeniyle öyle yaygara koparıyordu ki baban bir ara korktu. Gaz sancısı işte, sizin de bütün derdiniz bu... Cansu ise dudaklarını büze büze ağlayacağına dair ilk sinyalleri veriyor sonra bir iki hıklamayla geçiştiriyordu. İkisi de birbirinden şeker olan bu bebeler, seninle ilgili iştahımızı iyice kabarttı (İştah mı. Bugün bütün kelimeler mideye çıkıyor).

Bugünkü kıpırdanışların senin bir hayal olmadığını hatırlattı hep bana. Ve fakat incecik örülmüş bir hayal kadar büyüleyici olduğunu da.

7 Eylül 2008 Pazar

Küçük adama...

Selam küçük adam!

“Her şey çürüyor canım kardeşim bu dünyada; hatıralar bile…”
Bedri Rahmi Eyüboğlu

Uzun zaman önce sana yazacaktım; henüz cinsiyetin bile belli değildi ben sana yazmaya karar verdiğimde. Ara sıra aldığım ufak notları derleyip toplayıp bloguna koyuyorum nihayet... Her şeyin; hatıraların bile çürüdüğü, kısa bir sonra silinip gittiği bu dünyada, senin dünyaya geliş hikâyen, annenin icraata koyduğu bu blog sayesinde her daim diri kalacak… Ne de olsa söz uçar, yazı kalır. Harikulade…

Annenin rahmine düştüğünün müjdesini aldığım gün, en az kız kardeşim Bahar’ın hamile olduğunu öğrendiğim günkü kadar mutlu olmuştum. Heyecanla ikinizden de müjdeli haberi bekliyordum. Her ay (ben her ay olduğunu sansam da aynı ay içerisinde bir iki kez belki de) merakla soruyordum Bahar’a ve Hürücan’a; “var mı bir şey?”. Meğer ne zor işmiş bir evlat dünyaya getirmek. Nihayet ilk güzel haber Bahar’dan geldi ve çok kısa bir sonra da, bir sabah ofise geldiğimde Hürücan’dan senin müjdeni aldık. Bir bilsen ne büyük mutluluk. Sanırım uslu bir çocuk olacaksın; ilk günden bu yana hiçbir sıkıntı yaratmadın annene. Oldukça rahat bir hamilelik geçiriyor. Annenin bu rahatlığı bana da umut oluyor:)) Umarım dünyaya geldiğinde de uslu bir çocuk olur ve annene aynı rahatlığı yaşatırsın. Çünkü O, buna değer...

“Yeni Anne İçin” isimli kitapta yer alan birkaç önemli sözü de paylaşayım seninle…

“Anne olduğunuzda asla düşüncelerinizde yalnız kalamazsınız. Bir anne her zaman iki kez düşünmelidir; biri kendisi diğeri çocuğu için.”
Sophia Loren

“Büyüyen sadece çocuklar değildir. Ebeveynler de büyür. Çocuklarımızın yaşamlarında neler yaptığını izlerken, onlar da bizim yaptıklarımızı izler. Çocuklarımıza, güneşe ulaşmalarını söyleyemem. Tek yapabileceğim, benim güneşe ulaşmamdır.”
Joyce Maynard

“Sen daha oluşmadan seni istedim.
Sen daha doğmadan seni sevdim.
Sen buraya gelmeden senin için ölebilirdim.
Bu, sevginin mucizesi.”
Maureen Hawkins

“Yeni bir bebek, heyecanın, umudun, olasılıklar rüyasının, her şeyin başlangıcı gibidir.”
Eda LeShan

Sevgili Fırat bebek; her şeyin başlangıcısın işte sen… Annen sabırsızlıkla(!) seni bekliyor (ve tabii ki pek çok insan)…

5 Eylül 2008 Cuma

Gecenin ortasında

Şimdi anlatacağımı baban da büyük ihtimalle hatırlamıyordur... Öyle hoşuma gitti ki hemen anlatmalıyım sana, baban da hatırlayıp gülümser böylece. Dün gece her zamanki gibi tuvalete kalktığımda baban da uyanıp "nereye" diye sordu. Tuvalete gittiğimi söyledim. Ne dese beğenirsin: "Ben buradayım"

O uyar uyanık haliyle ne düşünerek söyledi bunu bilmiyorum. Kocan burada güvenle tuvalete git gel mi demek istedi, benim böyle bir ihtiyacım yok gelmeyeceğim demek mi, ya da her zaman yanındayım mı? Her şekilde gece gece güldürdü beni. Baban hep burada gerçekten canım, bu his beni olduğu kadar seni de mutlu edecek ilerleyen zamanlarda.

Babanın "ben buradayım" demesine gerek kalmadan, her zaman hissedeceksin güven ve neşe veren varlığını.

4 Eylül 2008 Perşembe

Manda sütünden yoğurt ve yalancı bir anne

Babanla terastan ayrıldıktan sonra Ağa lokantasına gittik. Baban maalesef yeniden hatırladı bu mekanı. Son gittiğimiz gün aramızda epey espri konusu olmuştu. Baban garsonlara sürekli "şundan, şundan" diyip duruyordu. Masamıza sürekli bir şeyler taşınıyordu ve oğlum baban doymak bilmiyordu. Enginarlar, etler, kompostolar garson abilerin elinde resmi geçit yapıyordu resmen. Epey yüklü bir hesapla sonlandı bu lezzetli geçiş töreni. Ben uzunca bir süre "şundan, şundan" diyerek babanın taklidini yapıp eğlendim.

İşte yine o mekandaydık. Baban bu kez de manda sütünden yoğurt yiyeceğim, portakal reçeline ekmeğimi banacağım, iç pilav yanında bilmem ne eti isterim diye diye aynı tabloyu yaşattı bize. Mekanın ikramı olduğunu sandığımız kimi şeylerin (salata, iftar tabakları) de ücretli olduğunu öğrenince yine umduğumuzun çok üstünde bir para ödeyip çıktık. Baban küstüğü mekanlara burayı da ekledi. Ben o kadar güzel bir begendili et yedim ki bu konuda o kadar net konuşamayacağımı söyledim ona.

Asıl söyleyeceğime gelirsek; manda sütünden yoğurt çok lezzetliydi. İncecik, yumuşacık bir yoğurttu. Baban öteden beri bilirmiş hatta bu yediğimizin çok daha güzelini köyde yemiş. Ben ilk kez tattım ve bayıldım. Bir anlık "azıcık tadayım" demeseydim bu tattan mahrum kalacaktım.

Annen yeni lezzetleri denemek konusunda tam bir korkak. Bazen nelerden mahrum kaldığımı düşünüyorum ama aşamıyorum kendimi. Umarım bu konuda bana benzemezsin. Annen hayatı boyunca o kadar çok besinin tadına bile bakmadı ki; pırasa, bamya, enginar, kokoreç, kuşkonmaz, yeşil soğan, balık, midye, pazı, pancar, semiz otu, brüksel lahanası ilk anda aklıma gelenler. Özellikle bazılarını müthiş merak etmesine rağmen hem de. Mesela semiz otu, ne kadar güzel görünüyor. Sanki içi minik minik sularla dolu, ferah bir şey belli ki. Bir yaprağını bile atamadım henüz ağzıma. Bir de yoğurtla karıştırıp yemiyorlar mı... Neler kaçırıyorum kim bilir.

Sen yaşamın bütün lezzetlerine ve zevklerine açık olursun umarım. Sırf böyle olsun diye kimi şeyler sofraya geldiğinde yemek zorunda kalmaktan korkuyorum. Acaba şimdiden bu konu için de bahaneler bulmaya başlasam mı? "Semiz otu bende alerji yapıyor oysa ki çok severim"; "ben öğlen yemeğinde bamya yedim siz takılın", "ahh karnım ağrıyor ne üzücü balık keyfinize eşlik edemeyeceğim" gibi...

Ayy çocuğu daha doğmadan yalanlar planlayan bir anne. Ne utanç verici.

Hoş, en kötü yalanımız böyle olsun.

Kaçamak yaptık seninle

Bir gün birisi General Herman'a "Hürücan seni aldatıyor. Bir dost" yazan bir mektup gönderecek diye korkuyorum; ama ne yapayım dayanamıyorum. Dün yine bir başka hekimle aldattım onu. İşin kötüsü ne zaman bir başka hekime sırf seni görmek için gitsem "neden burdasınız, düzenli gittiğiniz bir hekiminiz yok mu?" diye soracağından korkuyorum. Gitmeden önce üç beş bahane hazırlıyorum karşıma nasıl bir doktor çıkacağını kestirmeye çalışarak; "doktorum kongrede ve bebek hareket etmiyor bir süredir", "bir de sizin görüşünüze başvurmak istedim" (bu bahaneyi Boğaziçi'ndeki amca doktora yaranmak için bir kenarda tutuyorum.), "Kendi doktorumla sorun yaşıyorum" vb. Hiçbirine gerçeği söyleyemiyorum yani sadece seni görmek için sabırsızlandığımı ve dayanamadığımı...

Neyse ki dünkü doktor hiç soru sormadan yatırdı beni o güzel masaya... Tam karşımda bir plazma vardı seni görmem için. Karnımdaki soğukluk hissinin hemen ardından karşımdaydın. Aman da aman nasıl büyümüştün... Öyle tatlı tatlı yatarken birden hıçkırdın ve tüm vücudun oynadı yukarı doğru. Doktora "hıçkırdı mı?" diye sorarken hooop bir daha... İçimi öyle bir sıcaklık kapladı ki seni öyle hıçkırırken görünce. Orada kendi dünyanda ve capcanlı yaşıyordun işte. Üstelik artık neredeyse yarım kiloydun. 408 gramlık tosuncuğum benim.

Çıkışta babanı aradım. "Bugün kimi gördüm bil" dedim "Fırat'ı"... Çok şaşırdı, güldü ve telefonda konuşmayalım akşam tek tek anlat her şeyi dedi. Dayanamayıp hıçkırdığını söyledim hemen; baban da benim gibi bayıldı bu işe... Ne tuhaf şey anne baba olmak...

Senin 408 gram olmanı Büyük Londra Oteli'nin terasında bira ve muzlu frozen içerek kutladık. Güneşin batışını izlerken senin yaşamımıza doğuşunun mutluluğundan konuştuk. Ta içimizden hissederek bunu.

Canım...

3 Eylül 2008 Çarşamba

Dünyayı kurtaran oğul

Dün yüzdükten sonra gözüm dönmüş bir şekilde markete koştum. Oh neyse ki ramazan pidesi hala vardı. Hemen birkaç pide ve tereyağ alıp eve koştum. Tuncayla epey uzun bir akşam kahvaltısı yaptık. Ramazan ayı gelince pide de geldiği için annen gayet seviniyor.

Dinsiz olmam ramazan pidesinden mahrum kalmamı gerektirmiyor neyse ki. Hatta seve seve iftar davetlerini kabul edebiliyorum. Bunlardan bir tanesinde annemin arkadaşı bir günlük olsun oruç tutmamız için çok baskı yapmıştı. Sevdiğimiz bir insan olduğu için -ve elbette harika yemekleri olduğundan- kırmadık onu. Annemle gece bir telaş uyanıp yemek yedik, ikimiz de ilk kez bu kadar uzun süre aç kalacaktık. Sabah uyandığımda kahvaltımı yaptım, bulaşıkları makineye yerleştirirken aklım başıma geldi. Günün geri kalanında yine de bir şey yememeye çalıştım. Böylece bir nevi hürücan orucu tutmuş oldum.

Kimi zaman birilerini mutlu etmek için küçük tavizler verebilmek bence önemli... Adanada deden bu konuyla ilgili bir şey paylaştı, pek hoşuma gitmişti. Arkadaşlarından biri pembe, mor renklerde tşörtler almış babama ve bir arkadaşına. Arkadaşı "bu ne gay tşörtü gibi, giymem ben" deyip kabul etmemiş. Babamsa teşekkür ederek almış. Bu tşörtü sadece o arkadaşı misafirliğe geldiğinde çıkarıp giyiyormuş. Ne güzel bir incelik...

Gerçekten de "dünyayı güzellik kurtaracak" ve "bir insanı sevmekle başlayacak her şey".

Biliyorum ki oğlumuz da dünyayı kurtaracak olanlardan biri...

2 Eylül 2008 Salı

Bir şey daha...

Blogdaki ilk yazıları tekrar ve duygulanarak okurken bir ayrıntıyı daha hatırladım sana yazmadığım. Test çubuğundaki ikinci çizgi söylediğim gibi silikti. Ve ben durmadan babana "baksana çizgi var değil mi?" diye çubuğu gösteriyordum. Baban "Gayet belirgin bir çizgi bu" diye beni rahatlatıyordu. Sonra aradan biraz zaman geçince "ver bakayım çubuğu" diyordu. Çubuk böyle böyle epey dolaştı elimizde. Sonra ben yanımda şirkete getirdim. Ara ara tuvalete giderek yeniden yeniden baktım varlığını müjdeleyen o ikinci çizgiye. Her baktığımda daha bir heyecan sardı içimi. Tuvalette gizli gizli sigara içen lisesiler gibiydim. Çubuğumu cebime koyup herkesten saklı gidip mutlu oluyordum o küçük yerde....

Seninle ilgili hiçbir duygu makul seviyelerde yaşanmıyor gördüğün gibi. Fırat parantezinde sürdürürken yaşamı her şey hep ikiyle çarpılıyor.

Seninle çoğalıyor yaşam...

Cemal efendinin oğlu olacak eziyetini biz çekiyoruz!

Bu nedir yahu!!!
Cemal efendinin oğlu olacak eziyetini biz çekiyoruz.

Fıratçım sen yanlış anlama sözüm meclisten dışarı...
Ama annen hamileliği bahane edip yerinden bile kalkmıyor ve bizi köleleri haline getirmiş durumda. 
Duygu sömürüsü yapıyor vallahi... ben hamileyim yazık bana diye başlayan cümlenin ardına aklına gelebilecek her buyruğu ekleyebilme kapasitesine sahip kendisi.
bak sana birkaç örnek: 

ben hamileyim ama yazık bana;
Murat fişe uzanamıyorum çeker misin,
kağıt düştü eğilemiyorum alır mısın,
ne yiyorsunuz bana da getirin ben hamileyim,
arkadaki dolaptan bi set dergi hazırlar mısın ben şimdi kalkmayayım,
ve hatta; Murat mutfağa gidiosan şu benim inek baskılı devasa şişemi de doldurup getirir misin,
sende zımba varmı ben şimdi aramayayım,
silgi versene,
kalem versene,
tam bunları yazarken birşey istedi yine bak...
selpaka uzanamıyormuş ben vercekmişim
fındık fıstık koycakmış içine
sürekli fındık fıstık badem yiyor annen bu ara
Omega 3 mü ne lazımmış sana onun için. 

Ohoooo napcaz bu annenle bilmiyorum yani,
geçici birşey diye katlanıoz valla Fıratçım. 
kıymetini bil yani ne diyeyim artık...
neyse Fırat gelince iki agucuk yaparsın ödeşiriz. 




1 Eylül 2008 Pazartesi

Gelecekten korkuyorum

Babanı doğumdan sonra en ufak bir üzüntüde sütüm kesilebilir diye tehdit ediyor, daha çok ilgi ve sevgiye hazır olmasını istiyordum ki korkutucu maili geldi:

- Sütten kesilirsen seni de ben keserim inek gibi.

Zaten seni yapma döneminde (pek tuhaf oldu bu ifade) de "yumurtlamamam halinde beni keseceğinden" bahsediyordu.

Sen benim başımı yakacak gibisin oğul.

Tavana kadar öğrenci vardı

Geçmisi gelecek için önem arzeder bulduğum için yanımda taşırım. Annenin bir önceki anlatısı beni Aras’ın okula başladığı yıllara götürdü. Yanımda taşıdığım, o günlere dair çok şey var.

Aras okul hayatına biraz erken başladı (kreşle). İlkokul hatırladığım kadarıyla Aras’ı çok heyecanlandırmadı (az heyecanlandırdı), alışıktı buna küçük bedeni. Daha sonraları anlayacaktı; hazır olmadığı, alışamadığı ve alışamayacağı şeylerin varlığını. Okulda büyüklerin kendilerine karşı acımasız olduğunu söylediği o ilk günle ilgili bir akşam yatakta sohbet ederken; tenefüs saatinde üzerine düşen öğrenci sayısını sırt üstü yattığı yatakta “tavana kadar öğrenci vardı üzerimde” anlatımıyla bana aktardı. Daha sonraları bu ve buna benzer şikayetleri çok oldu.

Aras’a ait bütün veli toplantılarında mutlaka bir kavga etmişliğim var. Son veli toplantısında mesela, okulunda ne kadar öğretmen ve yönetici varsa hepsiyle kavga ettiğimi hatırlıyorum. Veli toplantılarında kavga etmeyi özlemiştim.

“İlk günler sen bir başkasının canını yakma. Biraz sonraki günler için kendini korumalısın. Daha sonraki günler sana saldıranı etkisiz hale getirmelisin ve canını kimseye acıttırmamalısın.” Tüm bunlar ve bende kalan geçmiş beni geleceğe taşıdı. Seninle de abinle olan yaşanmışlıklarımı yaşayacağımı, sana ait yaşanmışlıkları dinleyeceğimi biliyorum ve içimdeki her şey yerini mutluluğa bırakıyor. 

Deniz bebe ve ilkokulun ilk günü

Dün babanla birlikte Deniz'i görmeye gittik. Görmekle kalmadık daha 1 haftalık narin bir bebe olmasına rağmen kucağımıza alıp öpüp kokladık... Ona bakarken bir yandan da aklımda hep sen vardın tabii. Bir ara babasının kucağında uyuklarken ise sen ve baban... Sadece dört ay sonra sen de bizim evi şenlendireceksin işte böyle...

Müge Deniz'in altını açtı temizlemek için. Olayı uzun uzun inceledim. Pipi aparatını da henüz düşmemiş göbek aparatını da hiç sevmedim. Oğlan annesi olma fikrini tam idrak edememişim demek.

Bir ara Mügelerle kendimizi sizin ilkokul günlerinizi düşünürken bulduk. Burçin Deniz'in ilkokula hangi yıl gideceğini hesaplıyordu; ben senle Deniz'in aynı yıl ilkokula başlayıp başlayamayacağınızı... Sonradan "ne yapıyoruz biz" diyerek ve gülerek kapattık bu muhabbeti.

Acaba sen okula başladığında hala fasulyeler, çubuklar, defterler, defter kapları ve en önemlisi etiketler olacak mı? Bunların mutlaka kalmasını istiyorum. Şöyle masanın üstüne yayıp aldıklarımızı keyifli keyifli defter kaplayalım değil mi? Daha doğrusu baban kaplarken ona yardım edelim... Benim kaderim ancak bütün beceriksizler gibi en küçük ve en kıl işi yapmak olur. O akşam için banttan minik parçalar kesip masanın kenarına yapıştırmak gibi... Üstelik kimse bu işteki beceriksiz kişinin bu minik rolünü umursamaz. Sonuçta sabah uyandığında "defterleri babam kapladı" der geçersin. Aklına "bantları da annem kesti" demek gelmez Ayıp ayıp. Bana yapılacak olan bu şey, resmen haksızlıktır arkadaş.

Yandık!

Baban daha şimdiden karıştırmaya başladı isimlerinizi. Geçen gün göbeğimi severken sana Aras dedi. Sonra da "ee insanın çok çocuğu olunca böyle oluyor" diye keyiflendi... 

Bu gidişle baban size en az bir kardeş daha yapacak. Hamileliğimin başından beri arada bir böyle şeyler söylüyordu ve ben de hep şaka yapıyor diyordum ama geçen gün "ya beydağ maddi olarak çok rahat olsak yaparız bir tane daha ne var" dedi... Siz iki taneyken ve sen henüz doğmamışken karıştırıyorsa o zaman ne olur bilemiyorum.

Aras, Fırat, Tuna, İdil... Neşeli Günler film setine dönmesin bizim ev.