29 Aralık 2008 Pazartesi

Bugün de büyük bir gündü

Bugün teyzenin deyişiyle annen tam kendine yakışacak bir şey yaptı. Öğle molasında birden "ne işim var hala burada" diye düşündü ve pılısını pırtısını toplayıp insanlarla vedalaşıp doğum iznine ayrıldı.

Baban erken ayrıldığımı düşünüyor çünkü ona göre doğuma daha en az iki üç hafta var. Bense neredeyse eminim bir iki hafta içinde kucağımda olacağından.

Aslına bakarsan o kadar sağlıklı ve dinç geçirdim (ve geçiriyorum ki) hamileliğimi, şirketten de gidebilirdim doğuma. Yine de son birkaç haftayı keyif sürerek geçirmek istedim. Sen henüz karnımdayken ve kar evde olma mutluluğunu artıracak şekilde lapa lapa yağmaya başlamışken. Şimdi tek yapmam gereken yarın bu süreyi daha da keyifli kılacak birkaç film ve kitap almak...

Ve kar altında biraz pazar gezintisi yapıp oğluma birkaç parça daha minik şey almak...

Tatlı hayat dedikleri bu olsa gerek...

Yarın büyük bir gün

Yarın saat 12.30'da ya da her zamanki gibi biraz gecikmeyle 13.00'da seni göreceğiz yine. Bu seferki görüşmemizin hepimiz için özel bir anlamı var. Sen yarın büyük ihtimalle 4 kilo civarında olacağın için sezaryen ihtimali kesinleşecek ve general artık doğum için bir tarih verecek. Ve ben çıkışta büyük ihtimalle Obama'dan çalarak gözyaşları içinde "o gün hiç gelmez diyorlardı" diye geçireceğim içimden. 9 aylık meraklı bir bekleyiş oğul dile kolay. Hele benim gibi aceleci bir kadın için...

Gelişin yaklaştıkça duygularım da yoğunlaşıyor iyice. Geçen gün Akmerkez'e konser için gelen bir grup ilkokul çocuğunu dinlerken bir anda gözlerim doldu. Ortamdan hızla uzaklaştım. Büyümüş Fırat'ı gördüm bir an, anne babasının gözüne baka baka şarkı söyleyen...

Seni büyütmek de beklemek gibi güzel bir serüven olacak. Bu şimdiden belli.

25 Aralık 2008 Perşembe

Hepimizin "karnı ağrıyor"

Dün gece yarısı pencereden dışarı baktığımda kar yağdığını gördüm. Sabahki yağmurla karışık şeyi saymazsak senenin ilk güzel karıydı. Hemen abine haber verdim (baban epey erken uykuya dalmıştı). Abin heyecanla dışarı çıktı ciddi ciddi yağan karı görünce pek sevindi göbek attı; "yarın kesin okular tatil" diye. Ben de içimden "okullar tatilse gebelere de şirketler tatil sayılır" diye geçirip sevindirik oldum. 

Abin de ben de gece; ertesi gün pinekleme hayalleriyle uyuduk. Sabah kalktığımızda kardan eser yoktu, üstelik güneş pırıl pırıl parlıyordu. O doğru okula ben doğru işe...

Bu işten, okuldan kaçma hali öyle bir tuhaf ki insanın içine bir kez yerleşti mi 40 yaşına da gelse peşini bırakmıyor. Ben mesela bazen doğum yapacağım gün işe gelmek zorunda olmadığım için bir sevinç duyuyorum. Zaten bu kaytarma, tembellik hissiyatım yüzünden çoğu kişi benim uzun süreli bir işte barınamayacağımı düşünüyordu. Onlara bir oyun oynadım ve içimden sorumluluk sahibi bir kadın daha çıkararak uzun soluklu bir iş hayatına imza attım. 

Tabii bu iki kadın birbirleriyle sürekli mücadele halindeler. Yaşam koşulları hep sorumluluk sahibi olandan yana olsa da diğerinin küçük kaçamakları ve sevinçleri hiç bitmiyor. Elimde değil azıcık kar yağınca, boğazım azıcık şişince içimi acabalı bir mutluluk kaplıyor hemen. 

Yani demem o ki canım oğlum bu hissiyatı yakından tanıyan annen bu konularda oldukça hoşgorülü olacak sana karşı. Okuldan kaçmak veya biraz daha uyumak istediğinde her bahaneyi kabul edecek bir annen var. Çünkü inan sen bu bahaneleri uydururken o da içinden "acaba ben de bu bahaneyle evde kalsam mı?" diye geçiriyor olacaktır.

Yalnız üçümüzün de bu tip kaçamaklar için önünde büyük bir engel var: baban.

23 Aralık 2008 Salı

Biliyorum o halde seviyorum

Dün babanla sinemadaydık. Filmin kötülüğüne bir de salonun sıcaklığı eklenince ikimiz de iyice bunalmıştık. Ara verildiğinde Granita standının önünde buldum kendimi, yalnız bir türlü karar veremiyordum içip içmemeye. Baban içmem için ısrar ediyordu. Ben itiraz ederken bir yandan da içimden içersem kesinlikle kavunlu içmeliyim diye geçiriyordum. Baban benim kararsızlığıma bir son verip çocuğa seslendi birden “bir kavunlu alabilir miyiz?” Çok şaşırdım. Metafizik bir şeylere inanmanın tam sırasıymış gibi görünebilir ama ben öyle düşünmüyorum. Baban o beş çeşit içeceğe baktı ve benimle ilgili tüm bilgilerini süzgeçten geçirerek o an sadece kavunlu içeceğimi “bildi”. Bu kadar basit işte. Baban beni “biliyor”. Ben babanı “biliyorum”.

Bir müddet sonra seni “bileceğiz”. Fırat’ın en sevdiği oyuncak, Fırat’ın güleceği sesler, Fırat’ın korkuları, Fırat’ın en sevdiği meyve, Fırat’ın hangi pozisyonda en rahat uyuduğu... Fırat’la ilgili her şey yazılacak defterimize.

Ve hep birlikte sinemaya gittiğimizde, baban sen daha büfeye yeni yönelmişken, elinde o an almayı düşündüğün çikolatayla belirecek karşında.

19 Aralık 2008 Cuma

Birdenbire

Gündelik yaşam sürerken birden hiç olmadık bir yerde, herhangi bir şeyden sevdiğin biri gelir aklına... Ya da bir an için her şeyi bir kenara atıp sevdiğin kişiyi düşünmeyi çeker canın. Öylesine... Babanla aşkımızın ilk günlerinde, henüz uykum gelmeden heyecanla giderdim yatağa onu düşünmek için. Sadece ona konsantre olduğum, onu hayallediğim bu anlar benim için paha biçilmezdi.

Sonra onu hatırlatacak o kadar çok şey biriktirdim ki birlikte geçirdiğimiz yıllar boyunca, gün içinde birkaç kez onu düşünmemek, hislenmemek mümkün olmaz hale geldi benim için. Ambulans gördüğümde bir keresinde burnunun dibinden geçip hayatını tehlikeye atan ambulansı, alttaki tabağa dökülmüş kahve gördüğümde benim her defasında döktüğüm kahvelerin altına koyduğu peçeteleri, osmanbeyden her geçişimde ilkokul öğretmeninin pastanesini... Saymakla bitiremeyeceğim detaylar, incelikler... Ve onu düşündüğüm bütün aşk dizeleri, aşk şarkıları...

Geçtiğimiz gün de Mehmed Uzun'un bir romanını okurken şu ifade çıktı karşıma; "İhsan Nuri Bey'in karısı ve sevgilisiydi". İşte bu sefer de bir hastane koridorunda, bir romanın sayfalarından çıkıp gelmişti baban.

Kocamdı ve sevgilimdi...

18 Aralık 2008 Perşembe

Ruhun halleri

Yüksek sesle müzik dinlemek ve oynamak ve bira içip seni düşünerek dinlenmek ve dağıtmak ve kaf dağını aşmak ve buzullarda yürümek ve çaresiz kalmak ve çare olmak güzele ve nesli tükenen güzelliklere ve minicik elinden tutup karşı tarafı gözükmeyen mavi denizlere bakmak ve dalgınlığımı bana seslenişinle bozmak ve içi gülen gözlerin öpüşmesiyle kumsalda ayak izleri bırakmak...

17 Aralık 2008 Çarşamba

Kocaman oğlum benim

Dün uzun bir bekleyişten sonra yine karşımdaydın. Sadece 18 günde 900 gram almışsın ve 3300 gram olmuşsun. Bu gidişle bir sonraki randevumuza kadar (30 aralık) dört kiloyu çoktan bulmuş olacaksın. O randevuya kadar gelmeye karar vermiş olmazsan sanırım doğumun için bir tarih belirleyeceğiz artık. 5 Ocak Pazartesi gününe ne dersin? Anneannenle aynı gün kutlarsınız böylece doğumgünlerinizi... Ya da 09.01.09... Pek janjanlı bir tarih... Top iki haftaya kadar sende sonrasında generalde ve bizde.

Sen bu kadar şişko olunca general yine şeker testi istedi benden. Bugünümüz yine hastanede geçti anlayacağın. Bir ara test sonuçlarını beklerken minik bir kız çocuğundan kan aldılar, öyle içli ağladı ki; benzer bir durumda senin olduğunu düşündüm ve gözlerim doldu. Sanırım uzunca bir süre senin gözyaşlarına alışmaya çalışmakla geçecek ve bir süre aşı gibi şeyler için ailemizin nispeten güçlü üyesi baban devrede olacak. Ben daha kendi kolumdaki yara bandını çekip çıkaramazken ve kan vermeye korkarken sana acı verecek işlemlere nasıl dayanayım.

Annelik de bütün sevgiler gibi biraz ceza gibi geliyor bana... Bir ömür boyu sana olan sevgimin bedeli olarak kaygılar yaşayacağım ve senin acılarını da kendiminkilerin üstüne, üstelik kendiminkilerden daha ağır bir yük olarak, koyacağım.

Ne yapalım yaşam sefasıyla, cefasıyla anlamlı ve güzel. Kabul etmeli. Böyle kaygılar yaşatacak kadar çok sevebildiği ve sevildiği için mutlu olmalı...

Senin gibi kocaman sevilen bir kocaman oğlana da elbet kocaman yaşatılan kaygılar yakışır zaten.

15 Aralık 2008 Pazartesi

Annenin doğumu

Fıratım bugün sana annenin dünyaya geliş hikayesini anlatacağım. Ozan dayın iki buçuk yaşında... Tıpkı senin gibi tombul şeker mi şeker. Kıvır kıvır saçlarıyla herkesin ilgi odağı. Çok da akıllı ve uslu çok istediği bir şey varsa anne paranız var mı diye sorar biz var dersek ihtiyacını söylerdi. Cemal deden öğrenci olduğundan zor geçiniyorduk. Tam o sıralarda annene de hamile kalmaz mıyım.

O zamanlar ultrason da yok ki bebeğin cinsiyetini öğrenelim. Ama ben hep kız istiyorum. Cemal deden BERİVAN olsun kız olursa diyor. Berivan'a beşik alalım diyoruz ama ben tam olarak istemiyorum. Cemal dedenin annesi o kadar şeker ki onun adını koymak istiyorum. Ama adı HÜRÜ olduğundan koyamıyorum. Bir gece birden aklıma HÜRÜCAN geldi adı hürücan olacak dedim. Cemal deden de çok mutlu oldu. Ama ya erkek olursa...

Raporum bitti hala annen doğmak istemiyor. Doktor "seni hastaneye yatıracağız" dedi. Ben Cemal dedenle güle oynaya hastaneye yattım. Ertesi gün saat ikide görüş vardı. Odam bahçeye bakıyordu... İkiden önce dedene pencereden el sallayacağımı söyledim. Biz dedenle ikide görüşmek üzere ayrıldık. Ne zaman doğum yapacağımı ikimiz de bilmiyorduk. Ben yattığım gece sancılanmaz mıyım... 1978 Kasım 30! O zamanlar cep telefonu da yok ki Cemal dedene bildireyim.

Ben anneni sabah üçte doğurdum tabii sezeryanla... Uyanır uyanmaz bebeğin cinsiyetini sordum, kız dediler. Öf bütün sancılarımı unuttum, rujumu sürdüm, tarandım süslendim cemal dedeni bekliyorum. Ben nereden bileyim ki Cemal deden sabahtan gelmiş; bir komşumuz vardı şehremini apartmanında Çapa'da hemşirelik yapan onu bulmuş 'bana Güler'den bir haber getirir misin' demiş. Kadın gitmiş dönmemiş. Başka bir hemşireye sormuş, "odasında yok" diye cevap almış. Eyvah öldü galiba diye saat ikiyi zor etmiş.

Saat ikide yüzü sapsarı bir şekilde odaya bir girişi vardı ki sorma. "Kalbim duracaktı seni görmeseydim" dedi ben de gayet neşeli bir sesle "kızımız oldu" diye bağırdım. Sarıldık mutluluğumuz sonsuzdu... HÜRÜCAN bebek dünyaya gelmişti. Simsiyah saçlı bembeyaz yüzlü pembe yanaklı dünyalar güzeli bir bebekti annen.

İyi ki doğdun hürücan, doğdun da bize Fırat bebeği armağan ettin.

Şok şok şok flaş flaş flaş

Sabahın erken saatlerinde aldığımız bir habere göre deden senin hastane masraflarının tümünü karşılayacakmış. İş bu durumda dedenin sponsorluğunda ilk kontrollerin ve aşıların yapılacak, Kontrol ve aşı deyip geçme bugünün parasıyla iki emekli maaşına bedel. Kereta artistlerin hastanesinde açıyorsun gözlerini dünyaya...

Dedenin bu doğum hediyesinin altında kalamayız, ilk gördüğünde (ki sanırım yaşamının dördüncü ayına denk gelecek bu) gülücüklerinle, oyunlarınla mest etmelisin onu. Ha bu arada rüyasında görmüş deden seni. Çok şişkoymuşsun ve hiç saçın yokmuş. Deden seviyormuş seni ve bir yandan da niye hiç saçı yok diye düşünüyormuş...

He he adın da şimdiden şişko Fırat'a çıktı ha. Ne haber şişko :)

Uzuuun bir tatilin ardından

Babanla çokça dinlendiğimiz güzel bir tatili geride bıraktık. Ben sen her an gelebilirsin diye uzak yerlere gitme tekliflerini reddettim. İçimde kimi soru işaretleriyle Polonezköy'e kadar gitmeye razı oldum. Bu aralar senin gelişinin yaklaştığını hissediyorum. Geceleri daha çok uyandırıyorsun beni, zaman zaman minik sancılar yaşatıyorsun... Bana kalırsa en fazla iki hafta sonra kollarımdasın. Babana göre ise daha gelişine en az 1 ay var. Zaman zaman o da benim gibi seninle konuşmalarda "hadi gel artık sabırsızlanıyoruz" dese de gönlü senin olabilecek en geç tarihte gelmenden yana. Bakalım yarın generalin yorumları nasıl olacak.

Tatilde dolabımızın en çok kullandığımız yerlerini senin için düzenledik. Babana ve bana ait birer çekmecede senin minik kıyafetlerin var artık. Her gün en az bir kez o çekmeceyi yanlışlıkla açıyor ve senin kıyafetlerinle karşılaşıyoruz. Her seferinde tulumlarına bakıp elimde olmadan gülümsüyorum. O minicik kıyafetlerin içindeki seni düşünüp de 40. haftaya kadar sabretmek ne mümkün.

Sabretmek ne mümkün diyorum ama babanla da bir yandan zamanın ne kadar çabuk geçtiğine şaşırıyoruz. Daha dün gibi sanki varlığını öğrendiğimiz o gün. Ve "bu kadar çok hafta nasıl geçecek?" diye düşündüğümüz...

Şimdi 35. haftandasın, 35 haftadır her gün anneni de babanı da mutlu insanlar yapıyorsun. Sana olan borcumuzu nasıl ödeyeceğiz?

5 Aralık 2008 Cuma

Rüya gibi.

Dün gece rüyamda sen vardın yine. Seni almış bir yerlere gidiyordum. Bir elimde ana kucağı bir elimde bebek arabası vardı. (baban gülecektir buna, bugünlerde bu mevzuya taktım da kafayı). İkisi de boş yalnız ve "cemal haklıymış bunlar hiçbir işe yaramıyor; niye ikisini de aldım ki sanki" diye geçiriyorum içimden.

Kucağımdasın; elim çıplak bacaklarına, bacaklarının boğumlarına değiyor. İçimi bir mutluluk kaplıyor. Sarılıyorum sana sımsıkı...

Sayende rüyamda rüya gibi anlar yaşıyorum...

3 Aralık 2008 Çarşamba

Sonunda bu da oldu

Evet sonunda bu da oldu otobuste hiç tanımadığım birine senin fotoğrafını gösterdim. Hamilelik döneminin kendine has bir durumu var; insanlara çok daha kolay iletişim haline geçiyorsun. "Ne kadar kaldı doğuma?" sorusuyla başlayan diyaloglar uzadıkça uzuyor. Geçen gün de otobüste ve trafiğin tam ortasında yanımdaki teyzenin sorusuyla uzun bir sohbet başladı. Senden, teyzenin potansiyel gelininden falan bahsederken dayanamayıp "oğlumun fotoğrafını göstereyim mi size?" dedim ve gösterdim de :)

Laf aramızda bugün de bir müşterimize bütçeyle ilgili yazışmamızın sonunda "size ekte oğlumun bir fotoğrafını da gönderiyorum" diyerek olaya bambaşka bir boyut kattım. Bir yanda eurolar, pazarlıklar diğer yanda benim tombik oğlum Fırat.

Henüz annesinin karnında keyif süren bir şirin bebeğe kimsenin kayıtsız ve sevgisiz kalamayacağına güvenerek yapıyorum tüm bu şımarıklıkları tabii... Öyle de oluyor, sen ortaya çıktığında herkesin yüzüne bir gülümseme yerleşiyor.

Yaşamımın son aylarını "görmemişin bir oğlu olmuş..." sözüyle de özetleyebiliriz aslında. Fazla söze hacet yok...

Ne yapayım çok seviniyorum sen bize geldiğin için.

Babamın piyango biletleri

Babam, ne zaman başladığını bile hatırlamadığım bir tarihten beri her yılbaşında aile üyeleri için birer piyango bileti alır. Bu piyango biletlerinin en sevdiğim yönü arkalarında yazan isimlerdir. Hepimizin isimlerini sessiz harfleriyle ve kendine özgü yazısıyla yazar. Hrcn, glr, cml, brs, ozn... Biz de her yılbaşında "kod adı hrcn" esprileri yaparız.

Yılbaşlarında bir de yemek listesi yapma mevzumuz vardı. Yılbaşına sayılı günler kala herkes o gün için isteklerini bir kağıda yazardı. Sofraya dair bu istekler genelde abartılı olur ve yılbaşı sofrası aslında az çok hep aynı şeylerden oluşurdu. Biz de hep "muz yazdık şansımıza elma çıktı" temalı konuşmalarla bu işin bile keyfini sürerdik. Bu yılbaşları maddi durumumuzun çok da iyi olmadığı çocukluk yıllarımıza ait olsa da biz bu konuşmaları yapmayı hiç bırakmadık. Ve her yılbaşında eski günleri bu vesileyle yad ettik...

Neyse dönelim milli piyango biletlerine... Bunca yıl boyunca 5 tane alınan biletlerin sayısı son birkaç yıldır arttı. Ve bu sene ikiye katlanarak sayıları on oldu. Bu on biletin arkasında yazan kod isimlerden biri de sensin frt'cigim. Ailemize hoşgeldiğinin resmidir.

Yalnız şimdiden söyleyeyim bugüne kadar aileden herhangi birinin biletine amortiden fazlası vurmuş değildir. Boşuna umutlanma...

Not: Baban için ilk bilet alındığında çok gülmüştük. Çünkü biletin arkasında cmlttn yazıyordu. Kısaltmasını bile oku oku bitmez :)

1 Aralık 2008 Pazartesi

Babanın hediyeleri

Hadi azıcık dedikodu yapalım. Bu baban çok alem... Her doğumgünümde beni şaşırtacak bir şey mutlaka bulur. Örneklerle anlatalım ki sen de doğumgünlerinde benim gibi minik şoklar yaşama.

Babanın hediyeye genel yaklaşımı ihtiyaç olan bir şey almak yönündedir. Ki benim için en katlanılmaz şey doğumgünümde bir ihtiyacımın giderilmesidir. Bir keresinde bu işi o kadar abarttı ki beni bir alışveriş merkezine sokup "gel sana doğumgünü hediyesi olarak şurdan bir ayakkabı alalım" dedi. Anında ortamı terk ettim tabii... Takip eden yıllarda beni bu işe karıştırmaması gerektiğini öğrendi heyhat bu sefer de ölçüleri asla tutturamıyordu. Ne zaman bana bir şey alacak olsa en küçük bedeni alıp geliyordu eve. 3 yıl önce aldığı bir mont hala dolabımda giyileceği günü bekliyor mesela. Babanın bu bedeni bir türlü tutturamaması üzerine zaman zaman "bu adam bana bir mesaj mı vermeye çalışıyor" diye düşünsem de fazla üstelemedim...

Geçen yıl nihayet isyan ettim; "Bu yıl kesinlikle ihtiyacım olan bir şey almanı istemiyorum bana" diye. Heyhat bu kez de bu işlerden hiç anlamadığı için bir incik boncuk dükkanından kazık yiyerek çıktı. Ama ne yalan söyleyeyim çok tatlı bir seçim yapmıştı benim için... Mavi boncuklu, güzel bir kolye. Ki hastane çantama koyacaklarım arasında...

Yani önümüzdeki doğumgünün için baban sana büyük ihtimalle bebek bezi alacaktır; sonraki doğumgününde (yani sen iki yaşına girdiğinde) 1 yaş bebekleri için bir tulum, daha sonrakinde ise herhangi bir oyuncakçıdaki en absürd fiyatlı oyuncağı...

Peki bana bu halleri bile babanın sevimli geliyor mu? Evet, kendisinin bunu okuyacağını bile bile evet. Onun bu hediye almak konusundaki beceriksizliği, ihtiyaç olan bir şey alma konusundaki tutturmaları bile sevilesi, öpülüp koklanası.

Şu yazıyı yazarken bile kanım kaynadı, neyse ki akşam oldu ve sayılı saatler sonra babana kavuşacağız.

Seninle ilk doğumgünü...

Dün doğumgünümdü ve ilk kez bu doğumgünümde sen de benimle birlikteydin. Zaten doğumgünüme de sen damganı vurdun. Müge teyze senin için bir müzik cdsi almıştı mesela bana ve sana da güzel bir not yazdığı defter. Gözde gebeler için güzel bir hırka. Sonra gelen mesajlarda, telefonlarda da sen vardın.

Baban senin verdiği en değerli hediye olduğunu ve önümüzdeki 20 yıl boyunca bana hediye almayacağını söyledi. Doğru söze ne denir; kendim için senden daha kıymetli bir hediye düşünemiyorum. Tabii bana bir de cicili bicili hediye daha almadığı için babana küsmediğim herhangi bir doğumgünümü de :)

Sözün kısası canım oğlum; seninle dopdolu bir doğumgünü geçirdim. Ve hiçbir yeni yaşıma bu kadar heyecanla, bu kadar huzurla, bu kadar mutlulukla girmedim...

Senin bana ilk hediyen ise dün bütün gün durmadan hareket etmen ve doktor muayenesinde 2400 gramlık sağlıklı bir tosuncuk olarak arz-ı endam etmendi.Bu güzel hediyeler için teşekkür ederim.

Seneye 30 Kasım günü sabah saatlerinde bir minik gülücük, bir yumuşak öpücük beklerim.

26 Kasım 2008 Çarşamba

Yıllar sonra bir gece yarısı yaşanacak

Oğlum, otobüs yolculuğu yapmayalı yıllar oldu... Otobüsün camına başımı dayayıp; Ahmed Arif'in sesinden şiirlerini dinlemeyeli. Ve gizliden ağlamayalı tüm yolcular uykuya çoktan dalmışken... Bugün uzunca bir süre sonra ilk kez yeniden dinledim onu ve daha sesini duyduğum dakikada doldu gözlerim. Öyle güzel öyle içli okuyordu ki yine o çok sevdiğim şiirini...

Annenin çokça gözyaşı döktüğü, hislendiği bu albümü isterim ki sen de dinle büyüdüğünde... Mutlaka gece, mutlaka her bir dizenin hakkını vererek ve mutlaka yalnız...

Yıllar sonra yaşanacak o gece yarısında, ben o saatte nerede ne yapıyor olursam olayım, seninle çok özel bir şeyi paylaşmış olacağız...

Bu hafta alıp saklayacağım senin için...

Kıskanç bir baba

Baban seni ben taşıdığım için müthiş bir kıskançlık içinde. Ne zaman telefonda senin hareketlerini balllandıra ballandıra anlatsam "bu haksızlık, biraz da ben taşımak istiyorum" diyor. Bence de babalar için büyük kayıp; çünkü bir çocuğu içinde taşımanın onun hareketlerini her an hissetmenin yarattığı duygu bambaşka. Artık babalara da dışardan hissedilen kısmıyla idare etmek kalıyor.

Şimdilik seni ben taşıyorum ama doğumdan hemen sonra işler tam tersine dönecek gibi geliyor bana. Senin şişkoluğunla benim tembelliğim birleşince genelde babanın kucağında olacaksın. Anneni ve dünyayı epey yükseklerden seyredeceksin yani... Hele babanın omuzlarında gezecek yaşa geldiğinde; iki metre yukarda bakacaksın hayata. Eminim bu işten ikiniz de çok keyif alacaksınız. Ben de sizin bu keyfinizi büyük bir keyifle seyredeceğim...

25 Kasım 2008 Salı

Her şeyin başı sağlık :)

Nazlı teyze, şirket bloglarında yazmış: "Taylan sağlıklı doğsun daha da güzelleşeceğim" diye. Bir kadın başka bir kadını başka hiçbir konuda bu kadar iyi anlayamaz sanırım. Gerçekten de insanın aklından, kalbinden sürekli bu geçiyor "sağlıklı olsun, hiçbir sorun yaşanmasın". Tüm bebeli kadınlar aynı histe birleşiyor. Sanırım bu histen kaynaklı yeni doğum yapmış annelerle yapılan araştırmalarda beyinlerindeki en yoğun çalışan bölgenin "kaygı bölgesi" olduğu saptanmış. Sağlıklı olmanızı o kadar istiyoruz ki ister istemez zaman zaman tersini de düşünerek kaygılanıyoruz.

Bilindik kaygılara benim bilindik paranoyalarım da eklenince ortaya nasıl bir tablo çıkacak inan ben de çok merak ediyorum. Umarım bu kaygıların esiri olup seni bunaltmam. Neyse ki en az kaygılarım kadar baskın bir duygum daha var; senin inisiyatif kullanan, rahat ve huzurlu bir çocuk olman. Eh iş başa düşüyor; dizginleyeceğiz kendimizi...

Yalnız birazcık nostaljiden kimseye zarar gelmez; en azından bir kez izin ver de terlediğinde arkana bir havlu, bir gazete, bir herhangi bir şey koyayım. Aaa anneliğin şanındandır canım :)

24 Kasım 2008 Pazartesi

gözyaşı ülkesi

Fıratçığım,

Annen daha önceki yazılarından birinde alıntı yapmış Küçük Prens'ten "ne tuhaf yer şu gözyaşı ülkesi"...
Bunu okuduğumda aklıma gelen birşeyi paylaşmak istiyorum seninle; bilenler bilir pek de öyle sulugöz bir insan olduğum söylenemez, özellikle de yalnız olmadığım zamanlarda. Düşünsene şu dünyada en yakın olduğum birkaç kişiden biri olmasına rağmen annenin yanında bile ağlamamışımdır. (Yaklaşık iki ay önceki telefon vakasını saymazsak)
Biraz soğukkanlı mıyım neyim bilmiyorum :))

Kardeşim tam üniversiteyi bitireceği sırada garip bir ruh haline girmiştim, ne zaman kardeşimin ismini önünde "mühendis" kelimesini koyarak düşünsem gözlerim doluyor, boğazıma birşey takılıyordu. Bir süre devam eden bu ruh hali, onu cübbesinin içinde diplomasını alıp, kepini diğer yana geçirirken gördüğümde herkesin içinde hüngür hıçkırık bir ağlama tutturmamla son buldu :)

Buna benzer bir diğer ruh hali ise yine kardeşimin askere gideceği dönemde başladı, onu yolcu edeceğim anı düşündükçe yine aynı şey! gözlerimin dolması, boğazımda takılan birşeyler ve tabii sonu havaalanının ortasında bir gözyaşı seli...

Bir süredir gözümün önünde bir resim var. Bir hastane odası burası, annen yatakta, kucağında sen... ne zaman bu anı düşünsem burnumun direği sızlıyor, içimi bir sıcaklık kaplıyor. Sanırım bunun sonunun neye varacağını anlamışsındır Fıratçığım; gayet cool bir insan olduğunu iddia eden teyzenle tanışman bir miktar gözyaşı eşliğinde olacak :)

ama devamında birlikte çok güleceğimize eminim :))

Karnım bebek dolu!

Oğlum, iyice büyüdün serpildin. Artık karnımın her yerinde hissediyorum seni. Ve hareketlerin öyle çeşitlendi ki... Gün içinde çok keyiflendiriyorsun beni bu yeni hareketlerinle... Örneğin birden kayıveriyorsun yumuşakça veya bütün vücudunla sağ tarafıma toplanıyorsun; karnım çok komik bir hal alıyor. Kimi zaman da pıt pıt vuruyorsun sanırım ellerinle... İçimde bir orkestra var sanki.

Babanın elleri her akşam karnımda ve o da benim gibi amatör ruhunu hiç kaybetmiyor. Her belirgin hareketinde mutlaka "aman yarabbim" ya da "oy oy oy" diyerek tepki veriyor. Dün halanlardayken beni kendine çekip "iyi ki bana bir çocuk verdin" dedi. Tuhaf, film gibi bir sahneydi...

Karnım sadece benim ve babanın değil birçok kişinin ilgi odağı. Olması gerekenden biraz daha büyük olduğu için genel görüş senin hiç de ocak sonuna kadar orda durmayacağın yönünde. Neden bilmem ben de beklenen tarihe hiç prim vermiyorum. Bana kalırsa 27 Aralıkla 5 ocak arasında geleceksin dünyaya... O kadar bekledik şimdi bu süreler bile uzun geliyor bana. Evde de tüm hazırlığımızı tamamladığımız için sanırım. Bir tek küvet kaldı almamız gereken onu da bugün spor çıkışında alacağız.

Odaya her girdiğimizde karyolana bakıp duygulandığımız ve sabırsızlandığımız yetmezmiş gibi şimdi bir de her banyoya girdiğimizde küvetini görünce aynı hisleri yaşayacağız.

Artık sadece karnım değil evimiz de sen dolu... Ne büyük keyif!

21 Kasım 2008 Cuma

Annenin bunalımları

Çok sık değildir ama annen bunalıma girdi mi tam girer. Genelde 1 tam günle sınırlı bu bunalımlar esnasında içine kapanır, kolay sinirlenir ve içi sürekli eziktir. Üstelik bu eziklikten dolayı kendine sürekli acır. Anneni iyi tanıyanlar onun bu bunalım günlerinin ayırdına hemen varır. Ve elbet ellerinden bir şey gelmeyeceğini bunun kendi kendine geçeceğini de bilirler. Bu bunalımların gecesinde annen mutlaka babanın omzunda birkaç damla yaş döker. Böylesi günleri katlanılabilir kılan tek şey çok nadir yaşanılıyor olmalarıdır.

Babanla küsmelerimiz de benim bunalımlarım gibi eften püften sebeplere dayanır ve kısa (ama yoğun) sürer. Teyzen bizim bu anlamsız küsmelerimiz için "e siz de bunları kavga sanıp, oyalanıyorsunuz" demisti. Bir nevi enerji bosaltımı bizimki. Kavga edecek gercek seyler bulamayinca boyle oluyor iste... Bu tarz bir şeyi en son 5 ay önce yaşamıştık. Vadesi geldi aslında; bu aralar bir mini kavga şart :)

Peki sen doğunca ne olacak? Artık ne bunalıma girmeye ne eften püften sebeplerle küsmeye hakkımız olmayacak mı? Sen bizi her gün öyle mutlu, sarmaş dolaş görürken birden kopuk gördüğünde ne hissedeceksin? Veya oyunbaz anneni birden öyle somurtup otururken görünce... Sanırım yapacak çok fazla bir şey yok; yaşamın pek çok yönünü elbet kendi kendine görüp keşfedeceğine göre; annenin ve babanın bazı olumsuz yönlerini de görecek ve sen de zamanla onlarla tanış olacaksın.

Kim bilir belki de sen bir gün bana "Anne sen bugün çok yoruldun istersen git uyu" diyeceksin.

Vay be!

Bir başka sevgili

Söz konusu videonun birinci dakika sekizinci saniyesindeki görüntüler bana bir başka sevgilimi hatırlattı: Yaş pastaaaaaa. Lamı cimi yok; akşama eve gelirken ister Pelit'ten ister Özsüt'ten fıstıklı-çikolatalı veyahut da muzlu-çikolatalı pastamı isterim.

Güzel gülüşlü babalara duyrulur!

Babanın gülüşü...

Marjinal'in bloğunda bir video izlerken babanın çok güzel bir pozuna rastladım. Tam da sevdiğim tam da her görüşümde içimin ısındığı gibi gülüyordu baban. Görüntüyü durdurup onu uzun uzun izlediğimde gülüşlerinin her birini ayrı ayrı tanıdığımı düşündüm. Mesela dün yolda eve dönerken ben bir şeyler anlattıkça attığı çakırkeyf kahkahaları, senin fotoğrafına bakarken ki müthiş huzurlu tebessümü... Babanda da bana dair böyle bir "tanışıklık" duygusu var. Benim gülüşümden, bakışımdan, duruşumdan ne hissettiğimi çok iyi anlayabiliyor.

Geçen gün ben minik çaplı bir bunalım içindeyken; öyle tatlı öyle kibar bir şey yaptı ki; beni depresyona girdiğime de gireceğime de pişman etti. Eve gelirken en sevdiğim meyvelerden hem de aramızda esprisini yapıp durduğumuz bir yerden alıp getirmişti. Sarılmalar, öpmeler gece boyunca fayda etmedi ve sonunda sanırım baban da sıkılmaya başladı bu işten. Ben yanında somurtuk bir şekilde otururken dönüp "canım sen bugün çok yoruldun uyu artık istersen" dedi. Normal şartlarda çok güleceğim bu cümleye o an gülemedim ama pek hoşuma gitti. "Yeter artık"ın pek kibar bir ifadesiydi...

Baban hem çok anlayışlı, hem çok kibar bir adam; e üstüne harikulade gülüşlerini de ekleyince ona her bakışta bir daha aşık olmamak ne mümkün...

Ben bugün bir videonun ikinci dakika otuzaltıncı saniyesinde babana bir kere daha aşık oldum. Bilgine.

18 Kasım 2008 Salı

Rüyamda...

Geceleri fotoğrafına bakıp yattığımdan mıdır nedir sürekli seni görüyorum rüyalarımda. Dünkü rüyamda da daha yepyeni doğmuş ve meme emiyordun. Hemencecik doyuyordu karnın, biraz daha emmen için zorluyordum seni ama nafile hemencecik uykuya dalıyordun. Öyle huzurlu uyuyordun ki...

Uyandığımda tam karşımdaki karyolaya baktım. Kısa bir süre sonra o karyolada -umarım- huzurla uyuyacaksın ve ben her sabah senin yüzüne bakarak uyanacağım. Dünyanın en güzel uyanmalarını seninle yaşayacağız. Hem de uzunca bir süre. Babana kalsa seni askere de odamızdan uğurlayacak. Ben ne zaman senin odamızdan çıkacağın zamana dair bir konuşmaya başlasam "çok sonra, çok sonra" deyip kestirip atıyor.

Bu arada askere mi dedim, hayır istemiyorum oğlumun askere falan gitmesini. Silah tutmasını... Güzellikler için doğuruyorum seni ben. Renkli, gülücüklü, anlamlı bir yaşam için. Bunun dışındaki her şey için "vicdani ret"çiyiz...

17 Kasım 2008 Pazartesi

Selam olsun...



İşte ilk fotoğrafın... Yanakların da hemencecik sarkmış şişkoluktan. Seni yemeyip de ne yapmalı...

Laf aramızda görenler hemencecik bana benzettiler seni.

"Anne olunca anlarsın"

Cuma günü seninle randevumuz için hastanedeydik... Bu kez Gökçe doktor ultrasonun başındaydı; general gelene kadar kaşla göz arasında "üç boyutlu görebilir miyiz?" diye sordum. Hemen organize etti ve işte bütün tatlılığınla karşımızdaydın. Baban, anneannen ve ben hem çok şaşkın hem çok mutluyduk. Yüzün, hatların o kadar belirgindi ki... Elini başına koymuş selam veriyordun bize. O kısacık anlarda seni içimize çektik resmen. Üç kere ağzını açıp su yuttun, biz her seferinde sevinç sesleri çıkardık. Anneannen öyle merakla bakıyordu ki sana, ekrana biraz daha yanaşsa Gökçe doktor üstüme düşecekti.

Muayenin sonunda bir de fotoğrafını verdiler elimize. Artık zevkten dört köşe olmamak için hiçbir nedenimiz kalmamıştı. Verdikleri fotoğraf günlerdir elimizde, bugün gidip çoğalttırdım. Tam karşımdasın. Sana bakıyor, baktıkça o tombul yanakları öpme hissiyle dolup taşıyorum. Karnımdaki o kıpır kıpır bebeğin yüzünü karşımda gördükçe elimde değil gözlerim doluyor. Çocuklarının fotoğrafını her yere koyan -ve bir zamanlar alay ettiğim- anne babaları öyle iyi anlıyorum ki şimdi.

Seninle birlikte her şeyi daha derin daha iyi anlıyorum. Ve senin sevginle, bir zamanlar babana yazdığım gibi, "ağaçları, filmleri..." her şeyi daha çok seviyorum. Seni ise bir başka seviyorum.

13 Kasım 2008 Perşembe

Tamir

Bugünlerde yaptığım işlerden dolayı, geride bıraktığım günlerden aklıma geleni paylaşmak istedim Fıratçığımm senle. 

Bozulan bi şeyi tamir etmek için oturduğumda işin başına, abin de takım taklavat gibi hazır bulunurdu. Bilirdi bi şeylerle uğraşacağımı, daha doğrusu uğraşacağını. Ta ki abin hevesini alana kadar bi iş yapmak mümkün değildi. Çok hosuma giderdi minicik elleriyle tornavida, pense ve çekiç tutuşu ve işe yoğunlaşması. Bozulan her ne ise, bozardı kafamı, ama abinin minicik ellerinde tornavidayı zar zor tutarak vida sıkmaya çalışması alırdı kafamın bozukluğunu, yerine sevinç yüklerdi. 

Fıratçığım, evi taşıdık, almış olduğumuz eşyaların montajını yapmak için haftalardir tuncay, eniştem, abin ve ben gecenin bi vaktine kadar yuzlerce vida sıkıyor, onlarca çivi çakıyoruz. Abini izlerken çaktırmadan geçmiş ve sen geldin aklıma. Montajını yapmakta zorlandığımda bozulan kafam nasıl da yerini çakır bi kafaya bıraktı. Seni düşündüm, bozulan kafamı nasıl tamir edeceğini düşündüm, içimi mutluluk kapladı.

11 Kasım 2008 Salı

Bayram tatili gibi bir şey...

İşte sonunda büyük buluşma gerçekleşiyor ve yarın sabah anneannen geliyor. Şimdiden tüm hazırlıkları yaptım; önümüzdeki üç gün için izin aldım, saat saat her günümüzü programladım. Hangi gün birlikte ne yiyeceğimiz bile şimdiden belli. Çarşamba anneannenin Adanadan getirdiği ve kuvvetle ihtimal hiçbirini kendi yapmadığı harika yemekler; Perşembe öğlen balık ekmek; akşam, köfte piyaz vb. Daha neler, neler...

Burada olduğu süre boyunca Dali sergisini gezeceğiz, Kenterlerde bir oyun izleyeceğiz, cuma pazarına gideceğiz, eminönünü tavaf edeceğiz, vapurla karşıya dayına geçeceğiz, yeni doğan bebişleri bir kere de birlikte görmeye gideceğiz; ama en önemlisi seni ilk kez birlikte ziyaret edeceğiz. Cuma günü saat 12.00 İstanbul gezimizin en önemli anlarına sahne olacak...

Bu seferki buluşmamıza sen damganı vuracaksın. Anneannen de ben de şimdiden birbirimize sana aldıklarımızı göstermek için heyecanlanıyoruz. O, eve girer girmez ilk işimiz bu olacak. İlerleyen günlerde zaten senin bütün ihtiyaçlarını tamamlayacağız. İhtiyaç da epey göreceli bir kavram, babanın yeni kredi kartı tam zamanında geliyor :)

Önümüzdeki 5 gün anneni unut Fıratçığım, çünkü annen annesiyle İstanbul'un muhtelif semtlerinde keyif sürüyor olacak.

Tabii senin varlığın dolayısıyla ikiye katlanmış bir keyif sürecek bu kez bu iki kadın.

10 Kasım 2008 Pazartesi

Öpücük

Klimt'in meşhur tablosu "kiss" ne zaman görsem bana babanı hatırlatır. Babanın beni öpüşlerini ve benim bu öpüşlerin her birindeki mutluluğumu, huzurumu, eğer sabahın çok erken saatleriyse huysuzluğumu... Tabloda adam kadını yanaktan ama öyle güzel bir tutkuyla öpüyor ve kadın da öyle huzurlu gözlerini kapıyor ki... Ve ikisinin minik farklılıkları sarı bir ışıkta öyle güzel bütünleşiyor ki... Kesinlikle saf, temiz bir aşkın temsili bu tablo. Babacığınla ilk fırsatta bu tabloyu alıp salonumuzun orta yerine asmalıyız. Sen minik parmağınla bu kim bu kim diye sorduğunda da; bu baba, bu da anne diye seni kandırmalıyım he he.

Şaka maka anne oluyorum ya...

Yine zıtlıklar...

Geçtiğimiz günlerde sana anneannenle deden arasındaki zıtlıklardan bahsetmiştim. Ve biraz da babanla benim aramdaki... Bugün aklıma yine bir zıtlık geldi. Yemek kültürlerimiz. (Elbette bunları düşündüğümde yemekteydim). Dedenle anneannen çok zıt yemek kültürlerinden gelseler de ortak bir noktada buluşturmuş onları geçen yıllar. Deden Kürt, anneannense Arap. Bu iki halkın yemek kültürlerini de elbette içinde bulundukları ekonomik koşullar, ilişkiler belirlemiş. Kürt yemekleri neredeyse tamamen una dayalıyken; Arap yemekleri ete ve yağa dayanıyor. Bunlardan birkaç tanesini anlatayım sana. Hiçbirini yapmayı bilmiyorum ama una olan düşkünlüğüm beni her zaman Kürt yemeklerine daha yakın tutuyor.

Sir
Bir nevi ekmek ve ayran birlikteliği diyebileceğim bu yemek için öncelikle un ve su karıştırılarak fırında pişiriliyor. Elde edilen bu bir çeşit ekmek henüz sıcacıkken elleri yaka yaka küçük ve biçimsiz parçalara ayrılıyor. Üstüne sulandırılmış sarmısaklı yoğurt dökülüyor (sarmısaklı ayran denebilir). Ve ayranla ıslatılmış ekmek parçalarının üstüne son olarak tereyağ boca ediliyor. Neyse ki ediliyor çünkü yemek bütün lezzetini bence bu yağdan alıyor...

Sira piçikan
İsmini yanlış yazmışımdır kesin ama bu tarz bir şeydi işte ki en sevdiğim yemeklerden biridir. Farklı bir versiyonunu babanlar da yapıyordu. Benim bildiğim halinde haşlanmış patates tuzlanıyor ve bir harç hazırlanıyor. Büyük mantı dilimlerine konan harç üçgen olarak kapatılıyor. Mantılar haşlandıktan sonra süzülüyor ve üstüne tereyağ gezdiriliyor. Of of... Halana söyleyeyim de bir ara midelerimizi şenlendirsin. Ancak onun elinden gelir bu.

Bu kadar hamurun üstüne bir tane de arap yemeğini inceleyelim insanlık namına.

İyt
Yukardaki gibi okunuyor ama nasıl yazılıyor bilmem. Ben ömrümde bu kadar açgözlü bir yemek görmedim. Bu yemeğin malzemelerinde şöyle bir şey var: 1 adet koyun. Evet bir adet koyun kesiliyor, doğranıp kazana atılıyor. İçine bilmem ne kadar döğme ve nohut atılıyor. Tüm bunlar zavallı koyun etlikten çıkana kadar pişiriliyor ve koca koyunun nohut ve buğday içinde yok olduğu bu yemek afiyetle yeniyor. Tabii benim tarafımdan değil...

Gördüğün gibi oğlum, bir tarafta sadece unla ayrandan yapılan yemekler diğer tarafta koyunların cirit attığı bulamaçlar... Kardeşim birleştirin şu malzemeleri adam gibi eti unu dengede yemekler pişirin. Evet yavrum gerçekten de "yaşasın halkların ve onların yemeklerinin kardeşliği"

7 Kasım 2008 Cuma

Uykulu günler, ilk günler...

Dün bir toplantı çıkışında, gittiğim şirkette görevli bir kadın geldi yanıma. Kaç aylık hamile olduğumu sordu ve kendisinin de hamile olduğunu söyledi. Henüz 1.5 aylıkmış bebeği... Onunla yaptığım konuşma beni seninle ilk günlerimize götürdü. Hayatımın en uzun en tatlı uykularını o aylarda yaşamışımdır. Eve gelir gelmez uyumaktan başka bir şey düşünemiyor ve kendimi hemen yatağa atıyordum. Bu uzun uyku seanslarının çoğunda baban da bana eşlik ediyordu. Sanırım seninle ilgili sorumlulukları paylaşmaya o zamandan bu şekilde paylaşmaya başladığını düşünüyordu.

Seninle ilk günlerimiz uyku mahmurluğunda, müthiş sevinçli ve bugün görüyorum ki çok çabuk geçti. 4 haftalık minik bir bebeydin bugün annenin karnını hoplatan 30 haftalık bir delikanlısın.

Varlığını öğrendiğim o ilk uykulu günlerden kucağımda olduğun o ilk uykusuz günlere geçmek için sabırsızlanıyorum benim canım Fıratım.

Uykusuz geceler için yatağımızın yanında abajurumuz, kalbimizde her cefayı göğüsleyecek sevgimiz hazır.

Ezenler ve ezilenler...

Geçen gün hırsız anısını anlatırken aklıma gelmişti şimdi yazayım. Bir gün eve dönüş yolunda büyükçe bir kalabalık olduğunu gördüm. Her zamanki gibi vukuatın ne olduğunu merak edip usul usul yanaştım kalabalığa... Bir sürü büyük adam hırsız olduğunu söyledikleri çocuğu bir yandan darp edip, bir yandan da bağrış çağrış bir yere götürüyorlardı. O an kendimi ne kadar çaresiz hissettiğimi sana anlatmam gerçekten mümkün değil. İçimden geçen tek şey o çocuğu bu adamların elinden alıp bir yerlere kaçırabilme isteğiydi. Bu gözü dönmüş kalabalık önümden hızla geçti gitti, o çocuğun görüntüsü ise gözümün önünden yıllarca gitmedi...

Gözü dönmüş kalabalık her zaman sonuç odaklıdır. Sonuca neden olan koşullar, sistemler önemsizdir onlar için. Ve onlar, bir şeyler çalmış da olsa küçük bir çocuğun koca koca adamlar arasında bir yere götürülürken neler hissettiğiyle ilgilenmezler…

Nedeni ne olursa olsun güçlünün güçsüzü ezdiği her durum yaralar beni de babanı da. Umarım sen de yaşamın boyunca güçlü olduğun her an daha da özenli olursun. Ve birileri diğerlerini ezerken hep için ezilir senin de. Çünkü insan olmak biraz da kimi durumlarda ezilebilmektir ezilenle…

5 Kasım 2008 Çarşamba

Bir anlık bir görüntü

Senin hayatımı bir yandan da ne kadar kolaylaştırdığını düşünüyordum. Aklıma bir an için bir manzara geldi. Eridim bittim... Baban epeydir akşamları çorabımı çıkarıp sabahları da giydiriyor biliyorsun. İşte bunu düşünürken bir an için senin minik ayakların ve çorapların geldi gözümün önüne. Ayağından teki çıkmış bir çorap ve o minicik pembe beyaz parmakların. Of of. Her bir parmağını tek tek öpmeden çoraplarını giydirebileceğimi sanmıyorum.

Siz bebekler de ayaklarınızdan çorabın birini hep anne babalarınızın aklını başından almak için mi çıkartıyorsunuz nedir? Ya da çorap üreticileriyle gizli bir anlaşmanız var, lastikleri çoraplar her an sıyrılıp çıkacak kadar gevşek yapmaları konusunda... Her şekilde memnunum bu işten, o minik parmaklara şimdiden aşığım çünkü.

Ve onların bir gün kocaman, kıllı parmaklar olacağını düşünmek tuhaf geliyor bana. Babanın abine her baktığında "vay be adam oldu resmen" demesinden bu büyüme durumunun anne babalar için her zaman "tuhaflığını" koruduğunu düşünüyorum.

Yine bir not: Geçen gün abin ayak parmaklarındaki kılları almıştı, çok komik görünüyordu hi hi.

Kıskanç bir anne

Dün akşam halanlar bizdeydi ve halan "ooo bebek doğunca gözünüz birbirinizi görmez" dedi bir ara... Aldı mı beni bir kıskançlık duygusu şimdiden, bir de kaygı. Babanın beni bir kenara bırakıp sürekli seninle ilgilenmesi fikri katlanılmaz geldi bana. Seni ekarte etmek için gizli planlar yapmaya şimdiden başladım. Olur da babanın bütün ilgisine talip olmaya niyetlenirsen, bil ki sevgilimi öyle kolay bırakmam sana... En kötü ihtimalle depresyona girer; bir psikologdan "kocasının yoğun sevgi ve ilgisine ihtiyacı var" raporu alırım.

Tabii ki değiştiremeyeceğim ve hiç de değiştirmek istemediğim bazı gerçekler var. Baban da ben de kapıdan girer girmez ilk sana koşacağız. İlk seni öpüp koklayacağız. İlk önce senin karnını doyuracağız, ilk önce senin konforunu ve güvenini düşünecegiz. Çünkü sen minik bebeğimizsin bizim. Tek isteğim minik bebekler sevilirken "koca bebeklerin" unutulmaması...


Not: Fırat sana söylüyorum kocacığım sen anla...

4 Kasım 2008 Salı

Baban seninle konuşurken...

Her akşam yatmadan önce baban karnıma eğilip seninle konuşmaya başlıyor. Bu konuşmalarda en çok hoşuma giden şey ise zaman zaman sana sorular sorup sanki senin cevabını dinler gibi bir süre susup beklemesi... Ve konuşma aralarında ayaklarının, göbeğinin, kafanın olduğu yerleri tahmin edip oraları öpmesi...

Evet ben de şahit ve kefilim Fıratçığım, baban seni çok seviyor.

Lafım var

Konuşmak cok işim degildir, işim olmadığını bilirim ve bilirler. Üç lafı bir araya getiririm de ne yapacağımı bilemem. Dağıtırım sonra onların her birini geldigi yerin tersi bir istikamette. Fıratçığım, nereye gideceklerini bilmeden yola çıkmaları onların da benim de hoşuma gider, laflarım ve ben memmunuz birbirimizden.

Akşamları annenin karnına eğildiğimde konuşmak icin senle; bir araya getirdiğim lafları ne yapacağımı çok düşünmeden sana yollarken, bir huzur kaplıyor içimi sorma gitsin. Günün bütün olumsuzluklari gerimde kalıyor. Oldu ya laf edemedim sana, kendime laf ediyorum en ağırından, gideceği yeri bilene cinsinden laflar.

Nereye gideceğini bilen lafım var sana Fırat, seni seviyorum.

3 Kasım 2008 Pazartesi

Güvenmek...

Yemekten önce bahsedeceğimi söylediğim mevzuları bir tarafa koyalım şimdi. Teyzen çok güzel bir entry girmiş sözlüğe... Çok etkilendim, duygulandım okurken. Belki de en çok ben de babana böyle bir duyguyla bağlandığım için. Ve bıraktığım için kendimi sayısız kez onun kollarına işte böyle...

Senin kitabında da olmalı bence "güvenmek" başlıklı bu yazı.

"annem ve babamdan öğrendiğimdir;

lisedeydim, henüz neyin ne olduğunu tam olarak kavrayamadığımız günlerde. bir bayram ertesinde babanem öldü. birden bire bir beyin kanaması... kalabalık bir laz ailesiyiz, özellikle kadınların sevinci de acıyı da dibine kadar yaşadıkları ve göstermekten çekinmedikleri türden. babamın 5 tane kendinden küçük, erken yaşta babasız kalmış kız kardeşi var. üstelik o günlerde biri de karnı burnunda hamile. dolayısıyla evimizin içi tam bir curcuna, bağırarak ağlayanlar, ayılıp bayılanlar... babam henüz evde değil, hastaneye gitmiş direk, cenazeyle ilgili yapılması gerekenleri yapmak için. annemin nerede olduğunu tam hatırlayamıyorum.

birkaç saat sonra babam eve geliyor, hepimizin karşısında her zamanki gibi dimdik, mavi gözleri nemli ama belli ki bırakmıyor kendini. kardeşlerinin hepsini tek tek teselli ediyor, öpüp kokluyor, kucaklıyor, sakinleştirmeye çalışıyor. bir yandan ailenin erkekleriyle yapılması gerekenleri konuşuyor. öyle güçlü, öyle sakin ve duruma o kadar hakim ki... bir kaç saat önce annesinin öldüğüne inanası gelmiyor insanın.

ve sonra, dün gibi hatırlıyorum; annem evimizin salonuna giriyor, babam oturduğu koltuktan kalkıyor, anneme doğru bir kaç adım atıyor ve bırakıyor kendini... öylece bırakıyor. annem hemen uzanıyor kollarından tutup yanındaki kanepeye oturtuyor, babam karısının kollarında hüngür hüngür ağlamaya başlıyor...

sanki "artık kendimi tutmama gerek yok" der gibi bıraktı kendini babam o gün. hayatının en zor, en acı günlerinden birinde kendini zorladı, dayandı ve "artık eşim yanımda, o beni teselli eder, benimle ilgilenir" der gibi bıraktı. ve eşinin onu düşmeden tutacağından emin olarak, sonuna kadar güvenerek bıraktı... ve birçok kez olduğu gibi o günleri de ikisi birbirlerine destek olarak atlattılar...

ve o günden beri ne zaman birine güvenmekle ilgili düşünsem aklıma hep bu sahne geldi, babamın annemin kollarına kendini öylece bırakışı..."

Kibar hırsız

İşte sana minik, tatlı bir anı daha...

Tek ders sınavıyla uğraştığım zamanlardı, Osmanlıca sözlüğü arıyor ve bir türlü bulamıyordum. Evin tam anlamıyla altını üstüne getirdim ve sözlüğü bulup babanın yanına sığındım birkaç günlüğüne. Bu sürenin sonunda eve döndüğümde, evi nasıl bu kadar dağıtabilmişim diye şaşırdım. Salonda birkaç şeyi kaldırıp mutfağa yöneldim ve giderken gözüm bir an için odamdaki bağlamaya takıldı. Kılıfından çıkarılmıştı. Filmlerde dedektifin olayı tek bir görüntüden çözdüğü o anı yaşadım aynen. Evet koca sözlüğü o kılıfın içinde arayamayacağıma göre evde bir şeyler arayan biri daha olmalıydı. Hemen dışarı çıkıp kapıyı kilitledim, bu arada en yakında o olduğu için hemen Hasan'ı çağırdım. O gelene kadar da kendime kapıyı kilitlediğim için kızdım. Çünkü adam veya kadın hala içerdeyse şimdi onu hapsetmiştim ve içeri girmek artık daha stresli olacaktı. Neyse Hasan geldi ve birlikte evi kolaçan ettik, çok enteresan bir hırsızla karşı karşıyaydık.

Hırsız kişi, evde değerli bir şey bulamamış ama hazır gelmişken ne kadar krem, incik boncuk varsa götürmüştü. Ve en önemlisi bir fotoğraf çerçevesini içindeki fotoğrafı çıkardıktan sonra almıştı... Bu incelikle tavır çok etkilemişti beni... Kaç tane hırsız o kısıtlı zamanda hatırasına önem vererek bir fotoğrafı çerçeveden çıkarmakla uğraşır ki! İşte bu özel hırsız gelip bizim kapımızı "çalmıştı".

O gün bu hırsızı ve onun psikolojisini düşündüm hep. En çok da eve ilk girdiği anda aklından neler geçirdiğini düşündükçe güldüm. Evi öyle bir dağıtmış ve her şeyi öyle bir ortada bırakıp çıkmıştım ki kesin kendisi "bu eve giren ikinci hırsızım herhalde" diye düşünmüştür.

Bu hırsızlık mevzusu aklıma başka şeyleri de getirdi şimdi. Bir şeyler yedikten sonra paylaşacağım seninle...

30 Ekim 2008 Perşembe

1461 Fırat, tahtaya...

Bugün yine rutin kontrolümüz için Herman Amca'daydık. Bu sefer kararlıydım, yüzünü görme isteğimi belirtecek ve seni görmeden çıkmayacaktım oradan. Nitekim işin sonuna yaklaştığımızı anladığımda hemen "yüzünü de görebilir miyiz" dedim. Ultrason aletini yüzüne doğru çevirdi ve saymaya başladı gözü, dudağı, yutkunuyor... Ama biz bir şey anlamıyor, siyah beyaz ekrana boş boş bakıyorduk. Anlayacağın bu kez general seni gösterdi ama biz göremedik.

Bir sonraki randevumuz 14 kasımda. Anneannen de yanımızda olacak; belki misafirimizin hatrına renkli ultrasonda gösterir general. Abinle gittiğimizde gösterdiği gibi...

Bu arada dün yaptırdığım testle kesinlikle şekerimin olmadığı ortaya çıktı (senden başka). Anlayacağın bildiğin tosuncuksun, 1461 gramlık bir tosuncuk. 19 gün önden gidiyorsun, kimbilir belki de 2008 bebeği olursun.

Yoksa biz seni görmek için bu kadar sabırsızlanıyoruz diye mi önden önden gidiyorsun sen de?

Babanla her gün senden bahsediyoruz, seninle ilgili hayaller kuruyoruz. Bazen bu hayallerin orta yerinde sağlam tekmeler atmaya başlıyorsun, durup seni izliyoruz.

O kadar hazırız ki sana, gelişine...

24 Ekim 2008 Cuma

Mezarlık sürprizi

İşte sana Dinçsoy ailesinin alamet-i farikası olacak bir anı. Ben her aklıma geldiğinde gülüyorum.

Dedemin mezarı uzunca bir süre yapılmamış. Sonra annemle Muammer teyzem diğer kardeşlerine sürpriz olarak mezarı yaptırmaya karar vermişler. Gizli gizli ve gizlilikten gelen tatlı bir zevkle çok güzel bir mezar yaptırmışlar babalarına. Sonra sırayla kardeşlerini aramış annem. "Dün rüyamda babamı gördüm, bütün kardeşler toplanıp ziyaretine gidelim." diyerek herkesi ikna etmiş. Yol boyunca da teyzemle "bir mezar yaptıramadık; bilmem kimin oğulları da atıp tutuyorlarmış" diye kardeşlerini iyice üzmüşler... Mezarın önüne geldiklerinde "sürpriiiiiiiiiiz" diye bağırmışlar. Bunun üzerine herkes önce çok gülüp, sonra çok ağlamış...

Bana bir film sahnesi gibi gelir bu anı. Doğumgünü partisi yapar gibi mezarlık sürprizi yapan bir aile ve babalarının mezarı başında yaşananlar... Bu sahneyi izlesem; önce filmin kahramanlarıyla beraber çok güler sonra da onlarla birlikte çok ağlardım. Soya çekim dedikleri bu olsa gerek.

"Menopoz teorisi"

Anneannen dün pek tatlı bir mail yazmış. Az önceki yazısında bahsedilen "farklı bir aileyiz"e kanıt olarak paylaşmak istedim seninle.

"Kızım ne güzel şeyler yazıyorsun. Sanki zamanı çok iyi ayarlanmış bir belgesel gibi... Oğlun Fırat bu yazdıklarını mutlaka başucu kitabı yapmalı. Tüm akrabaları ve onlara ait sevgileri bulacak bu kitapta... Geçenlerde akraba gününde bir şey öğrendim. Biz kız kardeşler menopoz dönemini o kadar sağlıklı geçirmişiz ki muammer ablam biz menopoza hiç girmedik diyor. Bu mutlu bir aile ortamından mı kaynaklanıyor acaba yoksa kalıtımsal mı anlamadım gitti?"

Gördüğün gibi ailemizin kimi konularda bilimsel teorileri bile mevcut. Mutlulukla sağlıklı menopoz arasındaki ilişki bence de çok açık.

Torun sevgisi

Torun sevgisini biz Sude ile tattık. Tanrım ne müthiş bir sevgiymiş! İlerde seninle de aynı sevgiyi paylaşacağımı çok iyi biliyorum. Bana ilaç gibi geleceksiniz. En büyük sıkıntımda bile sudenin yüzünü görmek yetiyor bana. Sen de büyüyünce annen seni benim kucağıma verince aynı duyguları yaşayacağımı çok iyi biliyorum. Yalnız senden çok önemli bir isteğim olacak bebeğim; Sude ile ve henüz adı konmamış diğer torunumla çok kaynaşmanız... Öyle ki üçünüzü hep kardeş sansınlar; hatta Barış dayının çocuklarıyla da aynı şeyleri paylaşın.

Hepinizi bir arada görmek istiyorum. El ele tutuşup anneannenizin dedenizin elini öpmeye gelirsiniz. Ben de dedeniz de hepinize harçlık dağıtırız. Yalnız ben dedenizle yarışamam harçlık konusunda. Cemal deden bu konuda birinciliği kimseye bırakmaz... Laf aramızda deden kirli çıkındır ve onda her zaman çok para vardır; ama asla cimri değildir. Çocuklara para vermeye bayılır hatta biraz mahcup olduğundan sevgisini para vererek gösterir. Annen ile dayıların iyi not aldıklarında onları para ile ödüllendirirdi. Bayramlarda bilin ki en büyük harçlığı cemal dedenizden alacaksınız benden de en çılgın sevgi gösterilerini göreceksiniz.

Hadi büyü bebeğim, aç gözlerini dünyaya; tanı Sude'yi, dedeni, dayılarını ve 60 yaşında olmasına rağmen çılgınlıklar yapan anneanneni. İnanıyorum ki bizleri farklı seveceksin; çünkü gerçekten biz çok farklı bir aileyiz. 12 Kasım'da görüşmek üzere hoşçakal birtanem.

23 Ekim 2008 Perşembe

"Ez kurbanite cane"

Ebem beni kürtçe severdi, ne zaman birisi ölse kulağıma kürtçe ağıtlar gelirdi, dedemin bizde kaldığı zamanlarda babam onunla kürtçe konuşurdu, halamlar çocuklardan gizli bir şeyden bahsedecekleri zaman kürtçeye geçerlerdi, arabada kürtçe şarkılar eşlik ederdi yolculuklarımıza... Dolayısıyla benim her zaman kürtçeyle özel bir bağım oldu. Kullanmasam da, anlamasam da bu dili hep sevdim. Hem onun bana hatırlattıklarını, hem tınısını...

Benim için böyle anlamlı olan bu dil senin yaşamında hiçbir şey ifade etmeyecek. Öyle de olmalı... Benim geçtiğim yollardan geçmediysen, benimle aynı yere de varmamalısın. Benim sevdiğim şarkıları sevmemelisin, benim gitttiğim cafelere gitmemelisin; eğer yolun seni oraya getirmemişse... Yaşamda gerçekten zorlamaya yer yok.

Kürtçeyle hiçbir zaman özel bir bağ kurmayacak olsan da tek bir şey isterim senden (ya da beklerim diyelim) dünyanın bütün dillerine, bütün kültürlerine, bütün farklılıklarına saygı duymanı. Irk, milliyet, cins, tür, köken, bilmem ne şehrinin insanları, travestiler... Adını ne korlarsa kosunlar farklı olanı, az olanı, ötekini dışlayan, anlamaya çalışmayan her dili reddetmeni beklerim... Tüm bunların ötesinde bakış açılarıyla, sevgiyle yaklaşmanı yaşama...

Böylesi çok zor ve bir tür yalnızlık vaat ediyor; ama ne yapalım şairin de dediği gibi;

"insan usul usul ölmek için gelir dünyaya.
başlar her gün biraz daha insan olmaya.
ve ölürken usul usul ne tuhaf;
aşık olur, kedi besler, isim verir eşyaya."

Masal kahramanlarımızdan biri; Hürü ebe

İsmimin nereden geldiğini soranlara epey hikayeler uydururdum zamanında... Aslında ismimin kaynağı senin büyükbüyükannen yani benim ebem... Ebe lafı sana garip gelecektir büyük ihtimalle şehirde küfür dışında pek kullanılmadığı için; oysa bizim oralarda (ve benim çocukluğumda) babaanneye ebe derler.

Bugün Fatoş teyzen bir mail attı bana, mailin konu kısmına "hürücük biricik" yazmıştı. Oradan aklıma geldi canım ebem...

Hürü ebe beni "hürücük biricik" diye severdi. Çok az Türkçe biliyordu ve dolayısıyla uzun uzun sohbet etme şansımız olmuyordu. Ama onun beni sevdiği anlarda çok yoğun paylaşımlarımız oluyordu aslında. Şimdi sana da bu tarz bir sevgiyle yaklaşacak anneannen ve babaannen olacağı için çok mutluyum.

Ebemi düşündüğümde en çok çeşme başında saçını tararkenki hali gelir aklıma. Kınalı, incecik telli saçları. Taradıktan sonra iki örgü yapıp omuzlarına düşürdüğü... Ve onun ne kadar iyi bir kadın olduğu... Babam onun için "ekmekçi bir kadın" derdi; babamın çevresine karşı yapıcı, paylaşımcı tavrının kaynağının da ebem olduğuna eminim... Sendeki bu tarz bir iyilik halinde de payı mutlaka olacaktır...

Onun bir fotoğrafını saklamalıyım senin için. Hatta bu bloğu tamamlayan bir de albüm olmalı. Sevdiğimiz, iyi insanlarla dolu bir albüm... Senin ilerleyen dönemlerde yepyeni yüzlerle zenginleştireceğin...

Sen minik parmaklarınla göstereceksin albümdekileri "bu, bu" diye sorarak ve sen her sorduğunda ben sana o insanların minik hikayelerini, anılarını anlatacağım masallar yerine.

Sen istediğin masalı albümden seçeceksin. Hürü ebenin fotoğrafını göstereceksin mesela, ben başlayacağım anlatmaya;
"Bir varmış bir yokmuş, uzak köylerden birinde bir Hürü ebe yaşarmış. Hürü ebenin bir vişne bahçesi varmış. Çocuklar Hürü ebeyi de vişnelerini de çok severmiş....."

Hürü ebe bu albümün ve masallarımızın en farklı en güzel yüzlerinden biri olacak...

21 Ekim 2008 Salı

Teğet geçen...

Seni büyüteceğimiz eve taşınmamıza çok az kaldı... Artık yavaş yavaş toparlanıyoruz. Dün biraz zorlanarak bakkalımızda görevli Memet'e verdim haberi. Orada oturduğumuz yıllar boyunca özel bir bağ kurduğumuz için hislendim "Memet biliyor musun biz gidiyoruz" derken. Şaşırdı, "Yakın bir yere mi?" diye sordu ilk... Kısacık bir sürede sokağın başında duygulu anlar yaşadık üçümüz. Memet'e kendisini özleyeceğimizi söyledim, her zamanki gibi "ay benim yengem" dedi. Onu en çok bu cümlesiyle hatırlayacağım.

Bir gün rulo kat alıyordum. Oradan nispeten daha ucuz ve büyük olan bir başka markayı getirdi "Yenge bunu al, daha çok ve ucuz. Bol bol yersin" diye. Çok güldüm bu sözüne o da her zamanki gibi gülerek "ay benim yengem" dedi. Onunla gülümsemeden konuştuğumu hatırlamıyorum...

Memet işini neşeyle yapan insanlardan. Belki de en çok bu yüzden bu kadar seviyoruz onu. Ve mahallemizden ayrılırken ne bir komşu ne bir arkadaş bir tek onu geride bırakıyoruz diye üzülüyoruz.

Memet'i düşündüğümde aklıma Ezginin Günlüğü'nün o güzel şarkısı geldi bugün. Nasıl da denk düşüyor ona...

ağzımda bal gibi tatlı bir türkü
bir iner bir çıkarım bu yokuşu
ağzımda bal gibi tatlı bir türkü
kazanırım çocuklarıma ekmek parası

Senin de ağzında bal gibi tatlı türküler olsun; çalışırken...

20 Ekim 2008 Pazartesi

Büyükler içinde bir minik

Geçen gün konuşuyorduk bunu; senin yaşamın en azından yuvaya gidene kadar koca koca insanların arasında geçecek. İstanbuldaki kuzenlerinin en küçüğü 17 yaşında, abin gibi. 25'e kadar çıkıyor yaş ortalaması... Halaların, amcaların, teyzelerin, aile dostlarımız derken büyüklerin içinde bir minik olacaksın gerçekten.

Büyük ihtimalle arada bir Cansu'yu ve Deniz'i gördüğün zaman şaşırıp, "aaa ne kadar minik insanlar" diye geçireceksin içinden. Aile erkeklerinin boy ortalamasını da düşününce... Yuva işte biraz da bu yüzden önemli. Akranlarınla başka türlü bir yaşam kuramayacaksın okul başlamadığı sürece. Ve sonra gün gelecek bizden çok akranlarınla vakit geçirmeye başlayacaksın. Biz önceleri hayıflanacağız ihmal edildiğimiz için ama sonra anlayacağız seni...

Tabii yine de ne kadar büyürsen büyü, akranlarınla ne kadar güzel vakti geçirirsen geçir seni çok seven "koca adamları" da ihmal etmezsin değil mi? Hayır ihmal edilmemizin acısını harçlığından çıkarmayalım sonra... (Yaşam dersi no 1: Biraz daha sevgi ve ilgi için gerektiğinde her şey silah olarak kullanılabilir)

Minikler içinde bir büyük

Baban geçen gün alışveriş merkezinde beni beklerken bir mağazanın bebek ürünleri reyonuna uğramış ve oradan senin için iki tane minicik mont beğenmiş. Montların ne kadar güzel olduğunu anlatırken; benim gözümün önünde minik şeylerin içindeki koca adam vardı. İçim öyle ısındı ki bu manzara karşısında...

Geçen gün de markette Hüseyin Enişte ile minik ayakkabılara bakıyorlar ve ayakkabıların iyi olup olmadığını tartışıyorlardı.

Alışveriş yaparken, sohbet ederken, televizyon izlerken, yemek yerken; bir yanımız hep sana değiyor artık.

Minik minik girdiğin yaşamımızda ne kadar büyük değişiklikler yaptığının farkında mısın?

17 Ekim 2008 Cuma

Ve bir an

Tanışma gününden unutulmaz bir an daha vardı benim için. Baban karşımda oturuyordu. Hemen yanımdaki koltukta ise deden. Bir ara gözlerim dedenin kaşlarına takıldı. Gözlerine baktım sonra. Sanki babanın 30 yıl sonrası gelip yanıma oturmuştu. Her şeyiyle o kadar benziyordu ki boğazıma bir yumru yerleşti.

Dedeni izlerken, babanın 30 yıl sonra yanımda işte aynen bu şekilde oturup bir şeyler anlatacağını düşündüm. Daha o günden sevdim babanın 30 yıl sonrasını da.

Benim babanı sevdiğim kadar seni sevecek bir kadınının olmasını o kadar çok isterim ki... Ve senin de o kadını babanın beni sevdiği gibi sevebilmeni...

Bir tanışma hikayesi

Geçtiğimiz senelerde bir bayram günü gittim dedenlerle tanışmaya... Telaşlı, heyecanlı bir gündü. Herkes, her şey hatta duvarlardaki resimler bile beklediğim gibiydi. Tanıdık, huzurlu... Babaannen her zamanki gibi hiç durmadan bir şeyler anlatıyordu, Muko deden de arada onu bölüp bambaşka bir şey anlatmaya başlıyordu. O günden ve sonrasından dedene dair aklımda kalan en tatlı ve unutulmaz cümle "Elif aklına geliyor mu?"... Dedenin hem babaannene herkesten farklı olarak Elif demesi hem bunu söylerken ki keyifli hali onu düşündüğümde hemen aynı tonlamayla gelir aklıma...

O gün pek çok anı dinledim babaannenden ve Muko dedenden. İçlerinden "Aşık Mahsuni ve dayak yeme" anısını çok kereler daha duydum. Deden bu anıyı her seferinde öyle canlı, öyle yeniden yaşayarak anlatıyordu ki hiç bıkmadan defalarca daha dinleyebilirdin. Bir de anıları anlatırken arada koyverdiği kahkahaları ekleyince...

Tanışma gününde herkes bir aradaydı... Halan, amcan, kuzenlerin... Ve herkesin gözünün üzerinde olduğu bugünde normalde bu tip durumlarda kendini çok rahatsız hisseden annen çok rahattı. Kendi evinde gibi...

Oradan ayrıldığımda dedenin "sanki evimizin kızı gibi, burda büyümüş gibi" dediğini söyledi baban.

O akşam yılbaşıydı. Ve ben gerçekten de çok mutlu olacağım yeni bir yıla, yeni insanlarla çok mutlu bir giriş yapıyordum.

16 Ekim 2008 Perşembe

Şişko demişken

Bebekken hafif tombulluk sevimli tabii, yalnız ilerleyen zamanlar için bunu yaşamanı hiç istemem. Eğer abinin istediği gibi baskete, yüzmeye, futbola aynı anda yazılırsan böyle olmayacağı da kesin.

Spor ve beslenme konusunda tamamen babana benzemeni istiyorum. Ben tam bir felaketim. Kaç tane insanın spor salonunda en sevdiği ve en fazla vakit geçirdiği yer dinlenme odasıdır sorarım sana. Öyle abarttım ki bu işi dün sadece duş alıp dinlenmek için gittim salona.

Evet evet kesinlikle babana benzemelisin.

Şişko patates

Dün benim için tam bir hayal kırıklığıydı. General sadece 5 dakika inceledi seni ve bu beş dakika boyunca ne yüzünü, ne kolunu ne bacağını görebildik. Sana olan özlemimiz baki kaldı. Çıkışta babanı haftasonu bir tıp merkezine gidip seni görmeye ikna ettim. Yalnız "bak bu son" diye söz verdirdi bana... Artık kaçamak yapamayacağız gibi görünüyor...

Muayenede yine 15 gün önde gittiğin tespit edildi. Şimdiden 1084 gram olmuşsun şişko. General bir kere daha şeker testi istedi. Bu seferki de aç ve tokken ayrı ayrı yapılacak. Böyle giderse sen doğana kadar yaptırmadığım şeker testi kalmayacak. Dünkü görüşmede artık iri bebek olduğunun kesinleştiğini söyledi Herman. Bu aynı zamanda sezeryanın da kesinleşmesi sanırım. Oysa ki hep sen istediğin zaman ve normal yollarla dünyaya gel istemiştim. Ne bileyim randevu alıp doğum yapmaya gitmek tuhaf geliyordu bana. İş görüşmesine gider gibi... Plansız, sürprizli, telaşlı hayal etmiştim senin aramıza katılacağın günü. Bunu o kadar çok istiyordum ki geçen gün bir dergide normal doğumu plansız olduğu ve kontrolü kendisinde olmadığı için istemeyen bir kadının söyleşisini okurken çok şaşırdım. Aaa işin bütün keyfi orda diye...

Neyse öyle ya da böyle seni kucağımıza alacağımız gün hayatımızın en unutulmaz günlerinden biri olacak kesin.

Benim şişko ve tatlı oğlum...

15 Ekim 2008 Çarşamba

En güzel bir gün bugün

Bugün seni göreceğiz. Sanırım hareketlerini bu kadar net hissetmeye başladığımızdan beri daha da özel bir iletişim haline geçtik seninle. Bugünkü kalp çarpıntısının, büyük heyecanın nedeni de bu...

Henüz 15 gün önce görmemize rağmen çok özledik bu kez. Umudumuz General'de; bol bol göstermesini istiyoruz seni bize. Özellikle de yüzünü. Bu kez öyle bir ruh hali içindeyim ki, yüzünü göreceğim o anı bile düşünürken gözlerim doluyor.

Bugünün bir önemi de yeni evimiz için kontrat imzalayacak olmamız. O ev öyle özel ki... Mışıl mışıl uyuyacağın beşik o evde olacak; ilk adımların o evin koridorlarında atılacak; kendi kendine yemeğini ilk kez o evin salonunda yiyeceksin, ilk kahkahan o evin duvarlarında yankılanacak, mis kokacağın yıkanma seansları o evin banyosunda yapılacak, içimize akıttığımız gözyaşlarıyla ilk kez o evin penceresinden kreşe yollayacağız seni, geç kaldığında ilk kez o camın önünde geçmek bilmeyen saatler yaşayacağız...

Ve şimdi düşündüğümde beni en çok duygulandıran; ilk kez bu evde seninle birlikte uyanacağız...

Yeni evlerimi ilk haftalarda hiç sevmeme, kendimi misafir gibi hissetmeme rağmen bu evi şimdiden seviyorum. Her köşesinde sen olacaksın diye...

Hedef büyük, çok büyük.

Bugün eczanede bir şeyler bakınırken bir de ne göreyim; hamilelik eğitimi broşürü. Asansörde okumamla, yukarı çıkıp rezervasyon yaptırmam bir oldu. Konuların hepsi Amerikan Hastanesiyle ortak ama fazla eğitimden kim ölmüş! Hedef belli; Ordinaryus Profesör Anne olmak. Baban maalesef devamsızlıkları nedeniyle en fzala profesörlük mertebesiyle yetinmek zorunda. O da deneyimlerinin yüzü suyu hürmetine...

Önümüzde 3 ay var, ben annelik konusunda kadrolu öğrenciliğe devam ediyorum. 15 yıllık berbat eğitim hayatımın acısını seninle çıkarıyorum. Ah ulan bir de yazılı sınav yapsalar... Bir de o konuda başarı göstersem, gözüm açık gitmez...

İşin en güzel kısmı ise bu eğitimin sonunda da sertifika verilecek olması. Tüm bu sertifikaları seni ne kadar ciddiye aldığımı görmen için güzelce saklayacağım bir dosyada. "Saçımı süpürge ettim"in bir başka versiyonu olarak kullanma hakkım da her zaman saklı...

13 Ekim 2008 Pazartesi

"heste"

Böyle bir anısı vardı dedemin. Ramazan Dinçsoy'un torunları grubunda anlatılmıştı ama bulamadım şimdi. Kendisi çok düzenli olarak tuttuğu ve her gün onlarca şey yazdığı günlüklerinden birinin sayfasına sadece bu sözcüğü yazmış: "Heste".

Ben de büyükdeden gibi sadece bunu yazmak istiyorum şimdi. Heste.

Annen "heste"yken, hiç olmadığı kadar mızmız ve huzursuzdur. Üstelik elinde olmadan inler. Babanın buna her seferinde gülmesine ise çok sinirlenir.

Hazır baban işteyken eve gidip rahat rahat inleyerek ve kendime acıyarak yatacağım.

Ve senin bana yalnız olmadığımı hatırlattığın her anda biraz olsun iyileşeceğim...

10 Ekim 2008 Cuma

Zıtların birliği

Babanla benim taban tabana zıt pek çok yönümüz var. Babanın disiplinli hali benim disiplinsizliğim; onun titizliği benim dağınıklığım, onun sorumluluk sahibi duruşu benim sorumsuzluğum... Say say bitmez. İşin komiği dedenle anneannende de bu tarz bir zıtlık hali var. Ben pek çok yönümle anneannene benziyorum (hatta fiziksel benzerliklerimizle ilgili hareketli bir gösterimiz de var :)).

Bu zıt kişiler bir şekilde iyi bir uyumla ve aşkla birlikteliklerini sürdürüyorlar. Hatta zıtlıkları artık espri konusu oluyor. Mesela bugün anneannenden öğrendim ve çok güldüm; deden şöyle diyormuş: "Eğer sana bir şey olursa ben tek tek bütün mağazaları dolaşıp Güler Beydağ'ın borcu var mı diye sorarım; sen de bana bir şey olursa tek tek bankaları dolaşıp Cemal Beydağ'ın parası var mı diye sor?"

Bakalım sen hangi kutba çekeceksin? Oyuncak sepetinin durumu bizim için ilk ipucu olacak; hoş bana çekersen bir süre sonra bir oyuncak sepetinin olmasının da anlamı kalmayacak.

Tabii benim gibi dağınık bir tip olursan sen de hep düzenli tiplere gıptayla bakacaksın. Misal ben her akşam dolabımda üst üste yığılmış onlarca kıyafet arasından bir şeyler ararken gözüm babanın kısmına takıldığında müthiş bir kıskançlıkla doluyorum. Düzenli yerleştirilmiş ve katlanmış tüm o kıyafetleri darmadağın etmek istiyorum. Babanın içinden şu kızın dağınık kıyafetlerini bir güzel düzenleyeyim diye hiç geçmemesine de acayip bozuluyorum.

Bari hamilelik döneminde... :(

Karnıma dokunun

Hani güzel bir filmi izlerken yalnızsan içinde bir burukluk vardır. Bu güzelliği birileriyle de mutlaka paylaşmak istersin. Yemek o gün çok güzel olduysa başkaları da tatsın diye hepsini bitiremezsin... Paylaşmak ihtiyacı kötü anlardan daha fazla güzel anlarda mevcuttur annende de... Şimdi sen karnımda öyle hop hop oynuyorsun ve ben mutluluktan kendimden geçiyorum ya, işte o anlarda herkes gelip karnıma dokunsun, bu mucizeyi yaşasın istiyorum.

Bugün mesela adsl faturasına itiraz etmeye gittiğimde öyle sert ve belirgin hareket etmeye başladın ki içimden karşımdaki adama "Boşver şimdi faturayı falan gel şu ufaklığın yaptıklarına bak" demek geldi... Büyümüş olmanın gereği olarak yapmadım elbet böyle bir şey, elimi hareket ettiğin yere koymakla yetindim...

Bu heyecanlı anları en çok babanla paylaşıyoruz tabii. Bazen o gelince birden sesin soluğun çıkmaz oluyor. Baban hareketsiz de olsan elinin senin üstünde olması fikrinden pek hoşlanıyor. Her gece uyumadan önce bol bol öpüyor ve konuşuyor seninle... Zaman zaman beni çekiştiriyor, zaman zaman sana olan sevgisini anlatıyor, zaman zaman hayallerini; ama konuşacak bir şeyler mutlaka buluyor... Onun sesini tanıyorsundur artık...

Sen bizi tanıyorsun yavaş yavaş, biz seni... Ve yavaş yavaş bu yeni tanışıklıkla yepyeni insanlar yapıyorsun bizi. Tazelenmiş insanlar...

Sürekli bir bahar havası.

8 Ekim 2008 Çarşamba

Yaşama denk düşen edebiyat

Yıllar önce babanla ayrı kaldığımız bir dönemde bir şiir okumuştum; şöyle diyordu:

bizim hiçbir hürriyetimiz yok,
hiçbir hürriyetimiz,
ne çalışmak, ne konuşmak, ne sevişmek
sen orda bağrına bas dur en büyük çileyi,
ben burda en büyük çileyi doldurayım,
ekmeğe muhtaç, hürriyete muhtaç, sana muhtaç.
sen orda koparılmış bir zerdali gibi dur,
ben burda zerdalisiz bir dal gibi durayım.

a. kadir

Bir an bile düşünmeden ağlayarak göndermiştim babana. O da engel olamamıştı gözyaşlarına... Biz vardık bu şiirde, özlemimiz vardı... Bu şiir bugün hala babanın iş yerindeki panosunda asılı durur...

Bugün yeni bir şiirini okudum a. kadir'in... Bu kez de seninle özdeşleşti bu şiir, tam da seni bekleyişimize denk geldi. Şöyle diyor:

tekmil haklar alınır.
tekmil hürriyetler kısılır.
tekmil köşe başları, tekmil kapılar tutulur.
gökyüzü tıkılır dört duvar içine.

bütün bunlara karşı,
dümdüz, apaydınlık kalır
seni bana getiren yol.

a. kadir

Canım şair, canım oğul...

Bir iyi bir kötü haber

Biliyorsun kaç gündür şeker şüphesinden içim içimi yiyordu... Nihayet dün bütün gün hastanede kalmak pahasına öğrendik gerçekleri... İyi haber şu ki endişelendiğimiz gibi diyabetik durumlar söz konusu değilmiş... Yalnız annen diyabet için iyi bir adaymış. Hipoglisemi yani şekere karşı bir toleranssızlık mevcutmuş bünyesinde. Sen dogana kadar yapmam gereken çok basit; az az ve sık sık besleneceğim; karbonhidratlardan uzak duracağım ve egzersiz yapacağım. Aslına bakarsan bunları sen doğduktan sonra da yapmamda fayda var. Ve doktora göre mutlaka biraz kilo vermemde...

Artık iş sana düşüyor orda burda yaramazlık yapıp beni de bol bol peşinde koşturacaksın, seninle ilgilenmekten uzun uzadıya yemek yemeye vaktim olmayacak. Böylece dünyanın en keyifli işini yaparken, sana annelik ederken, kilo da vermiş olacağım. Gördüğün gibi etinden, sütünden yününden her şeyinden yararlanmanın peşindeyim.

Ümraniye Ümraniye vakası

Dedim ya babanla bayram tatilinde bol bol gezdik... Bence en keyiflisi senin için bol bol alışveriş yaptığımız pazar gezisiydi. Hele baban bir tane penye hırka buldu ki baktıkça bakasım geliyor. En cefalı gezimiz ise mecburi Ümraniye gezimizdi.

Akşamdan Polonezköy'e gitmeye karar verdik. Ümraniye hikayemiz de böylece başlamış oldu. Back Up'ı arayıp nasıl gideceğimizi sordum. Mecidiyeköy'den Kavacık'a gitmemizi oradan dolmuş olduğunu söyledi ilgili kişi. Gelgelelim Kavacık'a vardığımızda böyle bir dolmuşun olmadığını öğrendik. Oradan bir muavine de danışarak Anadolu Kavağı'na gitmeye karar verdik. Ormanların, dağların arasından vardık Kavak'a... Pek şirin bir tatil beldesi görünümündeydi ama o saatte yapacak pek bir şey yoktu... Bu sefer de tuvaletçi teyzenin önerisiyle kaleye çıkmaya karar verdik. Baban yollardan böğürtlen topladı bizim için. Pek çok mola vererek uzun bir tırmanışın ardından vardık Kale'ye. Sanırım benim gözlerimden de olsa gördüğün bu manzara seni de etkilemiştir. Ne yazık ki yanımızda fotoğraf makinemiz yoktu... Koca göbeğimle teptiğim yolları da bu güzel manzarayı da çekemedik...

Dönüş yoluna geçtiğimizde artık tatlı bir yorgunluk vardı üzerimizde. Beykoz'dan Üsküdar'a gidip Beşiktaş'a ordan geçeriz diye düşündük... Yolun sonunda bizi Bolu Et Lokantası'ndaki her biri "az" ve lezzetli olan yemekler bekliyordu... Beykoz'da durakta beklerken baban birden boş bir otobüsün yanaştığını görüp heyecanlandı "Beydağ Üsküdar" diyerek beni de peşinden sürükledi. Otobüs bir noktada sahil yolundan ayrıldı, uzadıkça uzuyordu yol. Babana otobüsün Üsküdar'a gittiğinden emin olup olmadığını sordum. "Tabii canım" dedi "Üsküdar yazıyordu"... Ben artık yanımdaki kıza otobüsün nereye gittiğini sorsam mı diye düşünürken baban yandaki adama sordu... Adam gayet rahat "Ümraniye" demez mi... Uzun bir yolculuk sonunda vardık Ümraniye'ye. Bu kez de Üsküdar'a giden boş dolmuş bulamıyorduk... O sırada boş bir otobüs geldi üstünde kocaman "Ümraniye, Çakmak" yazıyordu. Heyhat baban bu sefer de bu otobüse binmek için diretiyordu. Üstelik bu kez "Beydağ Ümraniye, Ümraniye bin" diyerek... İşte beni gülmekten kırıp geçiren babanın bu halinden sonra bu vakayı "Ümraniye Ümraniye" olarak anmaya başladık. Sen doğduktan sonra da "Ümraniye Ümraniye" deyip gülüyorsak bil ki bundandır...

6 Ekim 2008 Pazartesi

Oy tombulum tombulum...

Uzun bir aradan sonra merhaba Fırat bebe;

Babanla pek güzel bir bayram tatili geçirdik. Bıkacak kadar uyuduk, ayaklarımız isyan edecek kadar gezdik ve tıka basa yedik. Daha ne olsun... Henüz bayram gelmeden seni görmeye gittik. Uzman bir doktor amca uzun uzun inceledi her organını; hepsi de sınavdan geçti ne mutlu ki... Yalnız haftana göre biraz iri çıktın. 700 gramlık bir tosun oğlan... Doktor gebelik diyabeti olabileceğinden şüphelendi. Tabiatım gereği generale gidene kadar sabredemedim ve şeker testini erkenden yaptırdım. Sonuçlar maalesef umduğumuzdan yüksek. Şeker bayramının sürprizi yüksek şeker oldu anlayacağın... Yarın bütün gün hastanede takılacağız ana oğul.

Doktorlara benim oğlum çok şeker, bilesiniz ki yüksek değerlerin bütün sorumlusu odur desem kurtarır mıyım paçayı?

Haa bıkana kadar uyuduk dedim ya, bunun bir ödülü de senin başrolünde olduğun rüyalarımdı... Bir tanesinde baban seni suya koymuştu. Üşümenden korkup kucağıma aldım seni, sanki yeni doğmuş gibiydin ıslak ve kırmızı. Suratında bir ağlama ifadesi donup kalmıştı. Kuruladıkça seni kendine geldin. O kadar güzeldin ki... Uyandığımda sanki hala kollarımdaydın... Hiç bu kadar mutlu uyandığımı hatırlamıyorum.

Sen yatağında beni beklerken uyandığımda yaşayacağım mutluluğun yanında bunun esamesinin bile okunmayacağını biliyorum tabii. Bu rüyalar bizim teselli armağanlarımız. 9 ay dile kolay, anne babaya zor.

25 Eylül 2008 Perşembe

Adana'da Oxford varmış anlaşılan

Küçüktüm küçücüktüm, orta sınıftan hallice bir ailenin kız çocuğuydum ve hali vakti yerinde bay ve bayanlarla aynı okula gitmekteydim. Okulun hemen yanında bir kırtasiye vardı: Atlas. (Sana işte bu kırtasiyenin ismini vermek istiyorum) Kırtasiye değil sanki sihirli dünya... Renk renk kalemler, cicili bicili defterler; gir de çıkma... Neyse işte bu kırtasiyeye bir gün pembe çantalar geldi, barbieli falan acayip şeyler. Bir modadır başladı herkes mevcut çantasını değiştirip bu çantalardan alıyor. Sonra da gerine gerine okula geliyor. Ben de arada okul çıkışları gidip tepelerde asılı bu çantalara bakıyorum (hayret yahu bugün bile kafamı kaldırsam görecekmiş gibi canlı hatırlıyorum).

Bizim maddi durumlar sakat. Yine de çanta isteğimden bahsediyorum anneannenle dedene. Aradan bir hafta geçiyor geçmiyor babamın bana çanta aldığını öğreniyorum. Odadan çanta gelene kadar içim içimi yiyor. Ama o da ne! Ellerinde koyu kahverengi, omuzdan askısı bile öylesine konmuş bir tuhaf çanta. Muhasebeci çantası gibi bir şey... Omzuna assan komik kaçar, elinde taşımak zorundasın. Tuhaf bir deri malzemeden yapılmış.

Müthiş bir hayal kırıklığı yaşamıştım; kız çantası beklerken oğlanların bile kullanmayacağı artık tedavülden kalkmış bir çantam olmuştu. Üstünde de Oxford yazıyordu. Bir arkadaşım "oxfordda okuyan tanıdığın mı var" demişti de iyice yıkılmıştım "bir de başka okulun çantasıymış" diye.

O çantayı eskitene kadar kullanmıştım bir şekilde. Zaman zaman içimdeki Barbie nefretinin suçlusu bu çanta mı acaba diye merak etmiyor değilim. Belki de hayatım bu çantadan sonra ikiye ayrılmıştır. Bilemiyorum tek bildiğim eğer kız olsaydın sana asla pembe barbieli bir çantayı almak istemeyecek olmamdır. Teyzenle bu konuyu çok önceden konuşmuş bu tip şeyleri alma görevini ona vermiştik.

İşin kötüsü erkek oldun diye de sevinemiyorum; çünkü erkek çocuklarının bayıldığı örümcek adamlı, bilmem neli çantalardan da hiç hoşlanmıyorum. Moda olan hiçbir şeyi sevmiyorum.

Gözün kör olsun kahverengi saplı çanta beni ne hallere düşürdün; senin yüzünden oğluma hevesle en janjanlısından çantalar alamayacağım. Sen alışverişe babanla git en iyisi Fıratçığım...

24 Eylül 2008 Çarşamba

Bi şey oldu

Seni düşünüyordum şehrin en kalabalık caddelerinin birinde. Tek başıma yürürken acayipleştim. Bi acayip şeyiz. Bilinenimiz kadar da bilinmeyenimiz var. Bi şey, bi şeyi beraberinde getiriyor, o bi şey seni başka bi şey yapıyor. Baska bi şey olunca seviyorsun, daha ne olsun. Düşününce seni, seviyorum hırlıyı hırsızı, orospuyu pezevengi. 

23 Eylül 2008 Salı

Ben senin bir superstar olmani istiyorum!

Gecmis:
Sanirim iki sene onceydi. Yine cok isimiz vardi, yine cok duzelti yapiyorduk, yine ara sira agliyor, ama illa ki, agladiklarimizin toplamindan daha cok guluyorduk. Annenin onunde bir tomar yazi vardi, okusunda duzeltsin icin. Roportaj veren amcalardan birinin adi geciyor yazida: Cemil Ozkan. Annen ne yapti dersin? Tamamen otomatik, icgudusel, kasitsiz, artik ne dersen oylesine bir tavirla, roportaj veren adamin adini "Cemal Ozken" olarak duzeltti. O gun anladim; baban annenin hayatina ait butun "duzgun"luklerin toplamiydi. O gun anladim, annenin bir tukenmez kalemi var, her gun kullandigi plastik kalemlerin aksine, hic bir yerde kaybetmedigi, yere dusurmedigi... O gun anladim cocuk, sen cok sansli bir insan olacaktin.

Simdi:
Gecmislerin toplami, insanin simdisidir; insanin "simdi"si ise onun "gelecegi"nin ipucunu verir. Ben bunu biliyorum ya, senin icin oyle mutluyum ki. Cunku simdi senin icinde saklandigin ve buyuyunce ne kadar korunakli oldugunu daha iyi anlayacagin yer var ya... Orada olusun "simdiye" ait ve bu "simdi"yi olusturan gecmis, cok dolu. Kocaman sevgiler, kocaman ozlemler, kocaman umutlar, kocaman uzuntuleri asan kocaman iki insan. Iste bu yuzden senin "simdi"n cok ama cok rahat. Aklin basina geldiginde, seni hazirlayan tum gecmisini ve simdini dusun cocuk. Dusun ve seni hak eden o dolu gelecekten asla vazgecme.

Gelecek:
Beklemek her zaman zor burada. Ne olursa olsun insan hep bir seyleri bekliyor, umuyor. Simdi sen oyle cok ama oyle cok umuluyorsun ki. Oyle cok bekleniyor ve tahmin edemeyecegin hatta benim bile tahmin edemeyecegim kadar ozleniyorsun ki... Bir cocuk icin anneyi mutlu etmek oldukca kolaydir. Bunu bil ve buraya gozlerini ilk actiginda agla cocuk. Cok agla, saglikla agla. Bil ki sen, aglamanla bile onu cok mutlu edecek tek varliksin.

Bu olsun (dilek niyetine):
Yenidogan icin dilenecek guzelliklerin haddi hududu yoktur. Cevrende butun bu iyilikleri senin icin dileyen cok insan var. Ilk basta da soyledim ya, senin sansli bir cocuk oldugunu daha sen annenin babanin aklina dusmeden once bile biliyordum ben. Benim de senin icin dileyecek cok seyim var, guzel ve iyi bir insan olman gibi. Ama bir sey daha: Umuyorum ki yakininda ya da uzaginda guzel olan, iyi olan hic bir insani iskalamazsin. Cunku bu cok aci bir sey. Ben bunu anneni tanidiktan sonra anladim biliyor musun? Birileri de belki benim icin "iskalamama" dilegi dilemistir ki ben anneni iskalamadim. Ama iskalayanlari gordum. Ona cok yakin olsalar da baska bir pencereden baktiklari icin, kafalarini "insan"liga cevirmedikleri icin annenin guzelligini bir sekilde tecrube etmeyen insanlar bildim ve onlar icin cok uzuldum. Umuyorum ki yakininda, otende, berinde olan ve fakat senin ozune gozlerini kapamis kimseler, karsit safta yer alsalar da senden, her seye ragmen senin guzelligini gorebilirler.

Bu da olsun (uc dilek hakkimiz var diye biliyorum):
Cocuk en cok da bu aklinda kalsin: Kocaman bir hayat oldugunu umuyoruz onunde. Bizler bu kocaman hayatinda nereye kadar senin yaninda bir sekilde yer aliriz bilemiyorum fakat sen kendi yolunda, insana ait her seyi yasayacaksin. Insana ait her olayi ve her olguyu. Ne yasarsan yasa, ne duyarsan duy layikiyla olsun. "Afilli bir raconla" yuru bu yolda. Bu kisacik yolda superstar ol diyorum cocuk! Hayat seni el ustunde tutsun.

Elin degmisken bunu da olduruver be haci:
Bu hayatta en az, guldugum ve guldurdugum insanlarin toplami kadar cok gulmeni dilerim.

Imza: Dunyanin en supersonic duygusu Tuyku Teyzen.

Mutlu çocuk

Derler ki mutlu anne babanın çocukları da mutlu evlilikler yaparmış. Senin anneannenin annesi ve babası yani büyük büyük deden ve ninen çok güzel yaşamışlar. Anneannen beşinci kız olarak dünyaya geldiğinde bile büyük deden (meşhur ramazan dede) sevinç çığlıkları atmış.  Ne güzel bir kız bu demiş. Biz o huzurlu neşeli ve mutlu ve sımsıcak aile ortamında büyüdük. Anneannen dedene aşık olduğunda yığınla mektup yazmışlardı birbirlerine. Muzur annen o mektupları gizlice okurmuş. Söz o mektupları bir gün annene vereceğim. Bizden bir anı olarak saklasın.   

Sana bir sır vereceğim canım torunum. Annen liseye gidene kadar ben ona pek de iyi bir anne olamadım. Çok sert davrandım. Bu davranışımın üzüntüsü ve ezikliği hep yüreğimin bir tarafında kalacak ve hep o davranışlarım aklıma geldikçe içim burkulacak. Geriye dönüp o yılları yaşamak ve onlara şimdiki Güler anne olmak isterdim. Çare yok. Çaresizim. Çare sizsiniz. Sizin varlığınız benim üzüntümü alıp götürüyor. Torunlarımla mutluluğun doruklarına çıkacağıma inanıyorum. Ve tüm olumsuz (yumuşatarak yazıyorum en hafifiyle) davranışlarım için annenden ve dayılarından özür diliyorum. Ama annen üniversiteye başladığından bugüne iyi bir dost olduk onunla. Arkadaş olduk. O gün bugündür annen benim en yakın dostum ve sırdaşımdır bunu böyle bilesin.  

Nerden başladım nerelere geldim. Mutlu ailelerin çocukları da mutlu olurmuş dedim ya. İşte sen dünyadaki şanslı çocuklardan birisin. Daha doğmadan sevgi çemberi içine almış annen ve baban. Onlardaki bu coşkulu sevgi biliyorum ki seni MUTLU ÇOCUK yapacak. Bu sevgiye anneannenin sevgisini de ekle yavrum. GÖNLÜMDE KOCAMAN BİR TAHT SENİ BEKLİYOR.

22 Eylül 2008 Pazartesi

"Bir Fırat var sanırım o beni evcilleştirdi"

Sen yaşamıma girdiğinden beri büsbütün duygusallaştığımı zaten söylemiştim. Geçen gün fark ettim ki şarkılar da sesler de daha güzel seninle. Takside giderken örneğin, birden çok sevdiğim bir türkü çalmaya başladı. Ruhi Su "Drama köprüsü"nü söylüyordu. Hemen doldu gözlerim. Zor tuttum kendimi ağlamamak için... Oysa ortada acıklı hiçbir durum yoktu. Küçük Prens'in dediği gibi "ne tuhaf yer şu gözyaşı ülkesi"...

Sen içimdesin diye her şey daha çok işliyor içime. Bu kesin.

Bak aklıma geldi; Küçük Prens'i mutlaka okumalıyım sana. Okudukça senin dünyana da daha çok yaklaşacağımız kesin. Belki o zaman sen fil yutmuş bir yılan resmi yaptığında, şapka resmi işte deyip geçmeyiz...

Çok sevdiğim bir minik bölümle bitirelim.

"..Güzelsiniz ama boşsunuz, diye ekledi. Kimse sizin için canını vermez. Buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size benzediğini sansa bile, o tek başına topunuzdan önemlidir. Çünkü üstünü fanusla örttüğüm odur, rüzgardan koruduğum odur, kelebek olsunlar diye bıraktığımız birkaç tanenin dışında bütün tırtılları uğruna öldürdüğüm odur. Yakınmasına, böbürlenmesine, hatta susmasına kulak verdiğim odur. Çünkü benim gülümdür o.."

Sonrasında şöyle der tilkiyle konuşurken "Bir çiçek var sanırım o beni evcilleştirdi"

Bizim gülümüzsün sen de. Susmasına kulak vereceğimiz... Bizi evcilleştirecek...

19 Eylül 2008 Cuma

Bugün cuma

Evet bugün cuma ve eğer sen doğmuş olsaydın benim her zamanki mutluluğum ikiye katlanmış olacaktı; seninle koca bir haftasonunu geçirip doyasıya birlikte olacağım için.

Senden sonra cuma günlerini daha çok sevip pazar günlerinden daha çok nefret edeceğim. Akşam saat 18'i daha çok sevip sabah saat 9'dan daha çok nefret edeceğim gibi...

Ne yapacağız biz sen evde öyle tatlı tatlı dururken? Nasıl ayrı kalacağız senden?

Şimdiden içim acıyor.

Ne güzel şey...

Naif adam senin şu baban. Geçen gece yatmak üzereydik. Bir şeylere gülüyorduk, birden "seni çok beğeniyorum" diyiverdi. Öylesine... Sanki o gece yeni tanışmışız gibi. Cümlelerin rengi olsaydı bembeyaz bir cümle derdim bunun için. Seninle de hep bu bembeyaz cümleleriyle konuşuyor baban. Geceleri yatmadan önce duyuyorsundur. Dün seni ne kadar sevdiğini anlatıyordu karnıma eğilmiş.

Seni hissetmek için o kadar sabırsızlanıyor ki zaman zaman kızıyor bana göbekli olduğum için. Ben de onu hep belki sonraki hafta hissedersin diye avutuyorum... Geçen gün de yeterince iyi beslenmiyorum diye (ki kendisi o esnada elma, kırmızı biber, armut ve salatalık tabağı hazırlamış ne var ne yoksa süpürüyordu) "keşke ben taşısam Fırat'ı" dedi.

Yeterince beslenmiyorum dediysem yanlış anlama; bu tamamen babanın kriterlerine göre. Yoksa her akşam yatmadan önce bir check list yapıyorum. Süt içtim mi, protein aldım mı, meyve yedim mi, kaç litre su içtim, ceviz yedim mi, demir hapımı, vitaminimi ve kalsiyumumu aldım mı vb. Ancak her şey tamamsa gönül rahatlığıyla uyuyorum. Listede balığı saymayı da tesadüf bu ya hep unutuyorum. E o kadar da olsun.

Nasıl olsa teyzen seni çiğ ve pişmiş formlarına alıştıracakmış, içim rahat. Doğduktan sonra bol bol yiyip, takviye et işte. Her şey de anneden beklenmez ki canım...

Bebek sağlığı eğitiminde

Dün bebek sağlığı eğitimindeydim. Bir hemşire abla bebek nasıl giydirilir, nasıl yıkanır bir oyuncak bebek üzerinde gösterdi. Tabii ben her adımda seni düşündüm. Babanla seni yıkadığımızı, seni giydirirken ilk günlerde yaşayacağım telaşı ve elbette ilerleyen günlerdeki rahatlığı... Akşam tek tek her şeyi babanla da paylaştım. Eğitimin ilk kısmında da bir çocuk doktoru sağlık konusunda çok önemli bilgiler verdi. Konu dönüp dolaşıp sünnete geldiğinde; hiçbir bilimsel yararı olmadığını söylemesi çok şaşırttı beni. O kadar az ki bu gerçeği böyle dile getirebilen doktor sayısı. Sanırım kendisi senin doktorun olmak için yeterince iyi.

Evet pipine dokunmayacağız. Her şeyden önce senin bedenin üzerinde böyle bir hakkımız olmadığından, bedeninin bütünlüğüne saygı duyduğumuzdan ve elbette seni böyle bir operasyonla sakatlamak istemediğimizden. Senin için verdiğimiz bu karar seni zaman zaman zor durumlarda bırakacak. Ülkenin, insanların kalıpları senin de canını yakacak; ama bundan "pipiyi kesip kurtulalım" kolaycılığıyla kaçmayacağız. Canını sıkacak olan nice şey gibi bunu da göğüsleyeceksin. Seninle alay etmeye kalkanlarla bilginle sen alay edeceksin; ya da kimi zaman bazı düşüncelerin cevap vermekle uğraşılamayacak kadar ilkel olduğunu görüp onları kulak arkası etmeyi öğreneceksin.

Bu konuyu uzun uzun konuşacağız seninle, her yaşında anlayacağın bir dilde. Sonrasında yine de pipinle ilgili karar senindir. Biz sen o kararı verecek yaşa gelene kadar onu doğadaki haliyle muhafaza edeceğiz. Ebeveylerin olarak kendimizle ilgili gurur duyacağımız bir şey varsa işte tam da budur o. Umarım ilerde sen de bizimle bu konudaki kararımız için gurur duyarsın bizimle.

16 Eylül 2008 Salı

Aşık olmak gibi bir şey

Babana yeni yeni aşık olduğum günlerde böyleydim. Bir anda o gelirdi aklıma ve içimi bir heyecan kaplardı. Midemle kalbim arasında bir yerlerde hafif bir sıkışma... Başlangıcın, bilinmezliğin o tuhaf duyguları. Yıllar sonra yeniden yaşıyorum bu hisleri. Günlük hayatın koşturması içinde bir anda aklıma geliveriyorsun, doğacağın gün ve sonrası... İşte o an tam da babana aşık olduğum günlerdeki sıkışma, kuruluyor her zamanki yerine.

Bu sıkışmalar senin için de baban için olduğu gibi yerini büyük bir sevgiye bırakacak. Emekle yoğrulmuş, adım adım büyütülmüş bir sevgiye...

Babana aşık olduğum bu ilk günlerde, ne zaman bu sıkışmaları yaşasam hep bir kare gelirdi gözümün önüne. Ona sarıldığım an ve onun beni sımsıkı kucaklayışı... Şimdi bu karede bir de sen varsın. Yumuşacık kucaklamışım seni. Sen başını bana yaslamışsın, ben babana... Babanın diğer kolunun altında abin. Ve baban o anlarda sanırım dünyanın en mutlu adamı...

Bir zamanlar yazdığı gibi babanın "dört dörtlük bir mutluluk" karesi işte... Hepimiz zevkten dört köşe...

15 Eylül 2008 Pazartesi

Bacaklarına meftun olduğum

Hayatımda ilk kez hayranlıkla, aşkla bir çift bacağı izledim. Senin minik bacaklarını. General ultrasonu açtığında sen de tam spor yapmaktaymışsın meğer. Su içinde bisiklet çeviriyordun kereta. Babanla hayran hayran seni izledik. 467 gram olmuşsun bile. Canım benim...

Bir sonraki randevumuz sadece 12 gün sonra... Bakalım dedikleri gibi çabuk geçecek mi sayılı gün...

12 Eylül 2008 Cuma

Gizli savaşçı

Uzun yıllar bu topraklar üzerinde yaşayan olarak, eğlencelerine ve kutlamalara çok katılmam. Çok az katılırım, bunun birçok nedeni var. Çok az katıldığım bir eğlencede abinle birlikteyiz bir yaz akşamı, yer Beşiktaş sahili. Katıldığımız eğlence biçimi konser. Bizim burada bulunma nedenimiz eğlenmek. Konser başladı, tam biz eğlenmeye ilk adımımızı atmışken ön taraflarda bir kavga başladı. Aras’ı (Aras o zaman dört veya beş yaşlarında) tuttuğum gibi arka taraflara götürdüm hızlıca. Ön taraftaki kavgayı izlerken Aras bana “baba sen niçin savaşmıyorsun” dedi. Bu lafı ne zaman anımsasam gülerim. 

Aklıma geldi

Baban bana hafızasını aktarırken onun gözlerini en çok abinle ilgili olanları anlatırken ışıl ışıl görüyorum. Veya en çok onları anlatırken tekrar yaşıyor o anlattığı şeyi... Geçen gün Aras'ın ateşlendiği günlerde ne kadar acı çektiğini anlattı. Hareketleri bile gözünün önündeydi ve o an bile acı çekiyordu abin öyle ateşlendiği için. Tabii neşeli anıları anlatırken de bir o kadar neşeleniyor. Abinin çişini tutma hikayesi vardır mesela onu her anlattığında kahkahalarla güler. Bu anıları sana da anlatmalı ki abin ilerde senin küçüklüğüne dair şeyleri anlatıp alay ederse, senin de elinde kozlar olsun.

Babanın bana aktardığı Araslı anılardan en sevdiğim ise; "Baba sen neden savaşmıyorsun". Babası (he he) bugün anlatsana o anıyı...

Nişantaşı'ndan Beşiktaş'a inen yolda

Eğitimlerden çıkınca eve yürüyerek dönüyorum. Bütün yokuş aşağı yollar gibi Nişantaşı'ndan Beşiktaş'a inen yolu da çok seviyorum. Üstelik geçtiğimiz haftalarda çok gizli bir yerde yoldan bağımsız merdivenler keşfettim (tam bir keşif diyemem aa nerden gidiyor ki bu diyerek bir kadını takip ettim aslında). Güzel güzel iniyorum aşağıya. Dün bu yolu babanla yürüdük.

Yolda her zamanki gibi laf lafı actı ve baban çocukluğuna dair ilk kez duyduğum birkaç anısını anlattı. Bu anıları belki ilerleyen dönemde paylaşır seninle (kaybolduğu iki gün ve amcan Kemal'in kaybolduğu gün). Onu dinlerken anılardan çok bu anıları bunca yıl sonra ilk kez duyuyor olmanın şaşkınlığı içindeydim. Altı yıldır sürekli konuşuyoruz eski ve yeni şeylerden ama eskiler taksit taksit çıkmaya devam ediyor ortaya. Sanırım ömrümüzün sonuna doğru bu süreç tamamlanmış olacak ve babanla hafızalarımızı birbirimize geçireceğiz. Onun hafızasındaki pek çok şey benimkinde de olacak (ve tersi de geçerli tabii). Uzun soluklu bir çalışmaya imza atıyoruz aslında...

Çok yaşlandığımızda, hafızamız bize oyun oynamaya başladığında da bu kitabı okur öyle anımsarız geçmişin tatlı detaylarını. Tabii her zaman içlerine yenilerini ekleyerek. Geçmişe hapsolmayınca çıkar hafızanın keyfi...

Seninle ilgili hafızamız ise en başından beri ortak olacak. Ama büyük ihtimalle en çok onlar üzerinden geçilecek tekrar tekrar. "Hatırlar mısın bir gün Fırat..." diye başlayacağız cümlelerimize. Ve kimi zaman nemli gözlerle kimi zaman kahkahalarla noktalayacağız cümleleri.

Hafızamızda seninle birikecek anılar için epey yer var. Tepe tepe kullanmalı...

"Memelerde kaldık hocam"

Artık doğum öncesi eğitim programından mezun olmak üzereyim. Belki bir diploma, sertifika falan verirler diye umutla bekliyorum. İlk kez bir eğitimi hiç devamsızlık yapmadan bitireceğim için birileri beni ödüllendirmeli. Hiçbir şey olmazsa en azından baban son eğitimden sonra beni yemeğe çıkarmalı. Manda sütünden yoğurt yiyerek bir kutlama yapmalıyız mesela...

Dün yine önemli bir eğitim vardı; anestezi ve doğum sonrası kadın sağlığı... Eğitimin ilk kısmı epey uzun sürdü. İkinci kısma neredeyse çıkış saatimizde geçtik. Ders ilerlerken birden arka kapı müthiş bir gürültüyle açıldı. Gelen babandı. Zaten öyle heybetli bir girişi de ondan başkası yapamazdı herhalde. O girdiğinde beyazperde de "memeler" yazıyordu. Hah dedim en heyecanlı yerinde geldin... Ders kısa bir süreliğine kesildikten sonra devam etti. Tabii benim için değil. Baban yine bir marjinal etkinliğinde bir iki bira yuvarladığından bir türlü rahat durmuyordu. Kah öpmek istiyor kah bir şey söylüyor kah elini karnımda gezdirip konsantrasyonumu bozuyordu.Ya hoca dersi dinlemediğimizi fark edip "evet hürücan söyle bakalım nerde kaldık" deseydi ne cevap verecektim. Aklımda derse dair tek bir şey vardı "memeler".

Son iki derse yalnız girmeyi tercih edeceğim sanırım. Baban iyi bir sıra arkadaşı değil. Sınıfta ondan başka yaramazlık yapan olmadığı için çok dikkat çekiyor ayrıca. Koca, memeler konusunu kaçırdık ya... Senin ekmek kapın.

11 Eylül 2008 Perşembe

Erkek dayanışması

Dün akşam artık bu isim mevzusunu kapatalım diye aile meclisini topladım. Bir de güzel liste yaptım favori isimlerimi de yazarak. Gönlümden hep Atlas geçiyordu. (Gülben Ergen'in oğluyla aynı isme sahip olacağını umursamadan) Özellikle ismin uluslararası olması, mitolojik bir anlamının olması üstüne üstlük yüzyılın deneyi (the atlas experiment) denen nanenin ismi olması ısrarımın nedeniydi. Neyse Abin, baban ve teyzen başladık isimleri tartışmaya. Abin Mert isminde ısrarcıydı. Biz teyzenle pis pis espriler yapıp güldükçe "ne alakası var, futbolcu kakanın ismi de kaka ne olmuş yani" diyordu. Biz de "eee ülkede Kakayla alay etmeyen var mı?" diye eğleştikçe eğleşiyorduk. Birtakım vitrifiye markalarıyla da eğlencemizi katlıyorduk. Meğer mühim olan "son gülen" olmakmış :)

Onca tartışmanın ardından abine hiçbir ismi beğendiremedik. Bir ara Baran da uzlaşılır gibi olduysa da iyice köy ağası ismine dönmesin diye vazgeçildi. Sonuç ne mi oldu?

Ailenin erkeklerinden birinin isteğiyle (baban) Fırat, diğerinin (abin) isteğiyle Mert'sin.

Mert oğlum benim...

9 Eylül 2008 Salı

Laf aramızda

Babanı severken ben de onun en çok iyiliğinden etkilenmişimdir. Sadece bana karşı değil, çevresine karşı da. Yıllar yıllar önce bir akşam hiç unutmuyorum; Rıfat Ilgaz'la ilgili bir şeyler anlatıyordum ona. Yaşının epey ileri bir döneminde gözaltına pek çok insanla birlikte alınmış üstelik darp edilmişti. Epey kızgın bir tonda babana bunu anlatırken gözlerinden yaşlar süzüldüğünü gördüm. Sonra bir başka akşam haberlerde izlediğim bir adamı anlatmıştım ona. Bu adam boşaltılmış bir köyde tek başına yaşıyordu ve her gün dama çıkıp umutla birilerinin köye dönmesini bekliyordu. Baban yine koyvermişti gözyaşlarını. Ona aşık olmak için pekçok nedenden sadece iki tanesi daha bir balkonda beş dakika içinde yaşandı. Her gün yenileri ekleniyor ve baban sürekli benim onu daha çok sevmem için bir şeyler yapıp duruyor. İstemeden, kendiliğinden, öyle varolduğundan. Liste başını hep taze tutuyor. Ve "cemali neden bu kadar seviyorum" listesinin ilk sırasında hep onun iyiliği yer alıyor.

(İkinci sırada ise gayet sığ bir şekilde heybetli boyu posu geliyor laf aramızda. Beni seviş biçimini ise bu listeye konulamaz derecesinde paha biçilmez buluyorum. O bambaşka...).

İyi insanlarla örülü bir yaşam

Yaşamın boyunca çok az sayıda dostun olacak. Onlarla çok şeyi paylaşacak ve en çok onlara güveneceksin. Peki sadece onlar mı yaşama bağlayacak seni? Hayır. Çok yakın dostluklar kurmasan da, her anını birlikte geçirmesen de kimi zaman çevrende iyi insanların olduğunu bilmek huzur verecek sana. Bugün baban bunun güzel bir örneğini yaşadı. Çalıştığın yerde, çay içtiğin cafede, yürüdüğün yolda, bindiğin otobüste iyi insanlar olduğunu bilmek mutlu edecek seni de. Başka türlü nasıl sürdürülebilir ki yaşam, tek başına veya birkaç dostla.

Aziz Nesin gibi birinin örneğin, senin yaşamını kolaylaştırması için bizzat omzuna koyması gerekmeyecek elini. Onun varolduğunu bilmek yeter. Birilerinin dünyanın herhangi bir yerinde insanlar için -ve en çok da çocuklar- güzel şeyler düşlediğini bilmek de. Farklı bölgelerde farklı zamanlarda seninle aynı şeyler için gözyaşı döktüğünü bilmek sonra. Veya öfkelendiğini...

Sağında solunda, iş yerinde apartmanında iyi insanlarla örülsün yaşamın; ve sen nerede olurlarsa olsunlar hep iyi insanların da varolduğunu hatırla umutsuzluğa düştüğünde.

Bilime müthiş saygılı bir adam

Bu anıyı da kuzenim Hüsne Altıok anlatıyor:

"Gelelim dedemizin okumaya ve okuyana duydugu saygıya. Bir gün dedem benim bez ciltli yüksek lisans tezimi görür. İngilizce olduğu için hiçbir sey anlayamaz ama adımı kitabın başında görür ve anneme sorar bu kitap nedir diye. Annem de kısaca benim yazdığımı söyler. Dedem bilimsel içerikli olduğunu anlamıştır ve saygısını kitabı öpüp başına koyarak gösterir."

"Küsmeler de sevdaya dahil"

Kuzenim Baskın Bıçakçı anlatıyor:

"Ramazan Dedenin Cemile neneye sevgisinin özel ve büyük olduğu söylenir hep. Nenemin ölümünden sonra dedem kendisine küsmüş, niçin beni bırakıp gittin Cemile diye. Hatta o kadar küsmüş ve kızmış ki, "ben onunla yanyana mezarda yatmam, bu dünyaya kardeşlerimle geldim, onların yanında yatar giderim bu dünyadan" diyerek kardeşlerinin yanına gömülmesini istemiş. Halen de durum böyleymiş. (Ramazan dedenin. kendisinden önce ölen kardeşlerine sevgisi de meşhurdur bu arada.)

Akkapı Mezarlığında, çok sevdiği karısı, kendisinden önce öldü diye, ona küsüp beş on metre uzakta, tatlı bir huysuzlukla yatan Ramazan Dedenin bu tavrı da büyük aşkın bir parçası aslında. Çünkü ünlü bir şiiri çevirerek söylersek, küsmeler de sevdaya dahil."

Bir dayak vakası

Hazır başlamışken bugünü de Ramazan Dinçsoy günü yapalım gel. Farklı kişilerden onunla ilgili hoş anıları dinleyelim. Yine anneannen anlatıyor:

"Babaannem huysuz bir kadınmış. Tabii o zamanlar hep birlikte oturulurmuş. Annem zengin kızı, rahat yetişmiş. İşini yapar, giyinir, süslenir babasıgile gidermiş. Babaannem buna çok içerlermiş. Bir gün dayanamamış, babam işten gelince bahçede onu yakalamış. "Bak Cemile her gün babasıgile gidiyor. Hiç evde durmuyor" demiş. Babam "Ben ona gösteririm" demiş. Bahçeden kalın, uzun bir sopa almış ve dalmış içeri. Babaannem dışarda bekleyip, içerdeki sesleri dinlemeye başlamış. Aman tanrım içerde kıyamet kopuyormuş. Pat-çat-küt... Sopa sesleri ve babamın çığlıkları: "Sen nasıl her gün gezmeye gidersin. Ben senin kemiklerini kırmaz mıyım. Al bakalım. Bir daha gidecek misin? Al-al. Pat pat" Her "al sana" dedikçe pat-pat sesler geliyormuş. Babaannem "Eyvah! Benim yüzümden kadını öldürecek" diye feryat etmiş ve annemi babamın elinden kurtarmak için hızla içeri girmiş. Gördüğü manzara karşısında donakalmış.

Eski evlerde yatak ve yorganlar yüklük denen yere üstüste dizilirmiş. Babaannem bakmış ki; babam elindeki sopayla yüklükteki yorganları, yastıkları dövüyor, onlara bağırıyor. Annem de yer minderinde gülme krizi geçiriyor. Babaannem "Tüh senin sakalına" deyip bir küfür çakmış ve dışarı çıkmış.

Bu olay babam Ramazan Dinçsoy'un ne kadar hümanist olduğunu; hem karısını hem annesini kırmamak adına ne oyunlar yaptığını gösteriyor. Eğer biz Ramazan Dinçsoy'un kızları evliliklerimizde bu kadar mutluysak bunu babamıza borçlu olduğumuzu biliriz. Annemle babamın mutluluğu her zaman bize örnek olmuştur."

"Tiyatroya gidiyoruz"

Anneannenin zamanında bizimle paylaştığı bu anı gerçekten kitabımıza girmeyi hak ediyor. Başrolde anneannenin babası, benim dedem, senin büyük deden Ramazan Dinçsoy. Dün anlatacağımı söylediğim hikayeyi gel anneannenin kaleminden okuyalım:

"Babam taksi şoförü idi. Bazen çok kazanır, bazen az kazanırdı. Az kazandığı kış günlerinden biriydi. Evde odun bitmiş, sobayı yakamıyorduk. Hepimiz soğuktan tir tir titriyorduk. Babam işten gelmiş, yemeğini yemiş, bizi seyrediyordu. Birden ayağa kalktı. "Haydi sizi tiyatroya götürüyorum" dedi. Annem kızgınlıkla babama baktı ("Odun alamıyorsun, tiyatroya mı götüreceksin" der gibiydi). Babam, anneme aldırış etmeden "Haydi arkama dizilin" dedi.

Babam önde, biz 4 kız 2 oğlan (en büyük ablam evlendiğinden o yoktu) yaş sırasına göre babamın arkasına birbirimizin belini tutarak dizildik. Babam düdük çalar gibi garip sesler çıkararak "Haydi yola çıkıyoruz" dedi. Ve evin ortasında bir daire çizerek koşmaya başladık. Babam habire konuşuyordu "Haydi karşıya geçiyoruz. Arabalara dikkat edin. Tamam şimdi kaldırıma çıkın. Bir-iki-bir-iki. Hoooop tiyatroya geldik." Evin içinde 10-15 tur atmış, gülmekten her birimiz bir yana yığılmıştık. Ne soğuk kalmıştı, ne üşümemiz. Annemi de en sonunda güldürmüştü babam. O gece sımsıcak bir sevgiyle ısınmış ve mışıl mışıl uyumuştuk."

İşte sen böyle bir dedeyle aynı genleri paylaşıyorsun. Zor durumlarda mutlu olmanın yolunu kolayca bulabilmelisin. Ve gülmenin...

8 Eylül 2008 Pazartesi

Mutluluğun formülü

Annem küçükken biz ne zaman bir şey için söylensek; hep aynı cevabı verirdi "biraz pollyannacılık oynayın" O zamanlar çocuk aklımızla bu pollyanna denen kızdan nefret eder olmuştuk... Yalnız yine de bir yerden aklımıza kaçmış işte. Pek çok olayın mutlaka iyi tarafını da bulup mutlu olmak benim için çok sıradan. Kredi verseler sevinirim vermeseler sevinirim, beklediğim kişi gelse sevinirim gelmese sevinirim, hamile çıksam sevinirim çıkmasam sevinirim.Savunma mekanizması gibi bir şey, henüz işin başında eğer işler düşündüğüm gibi gitmezse mutlu olacak bir şeyler ararım.

Tabii yine de sana pollyannacılık oyna demeyeceğim. (Nitekim kitabın ilk sayfalarında seninle paylaştığım oyunlarda da yer vermemiştim.) Bu oyun üzgünüm ama zaten içine işleyecek. Genlerinde var bu senin. Bakınız az sonra anlatacağım hoş aile anısı...

Bu arada annemin pollyannacılık oynayın cümlesi gibi bugün sürekli ona hatırlatıp güldüğümüz bir kalıp cümlesi daha vardı: "pislikten". Ne zaman bir yerimizin ağrımasıyla ilgili şikayet etsek annem "pislikten" derdi. Sanırım Adana hamamcılar federasyonuyla bir nevi gizli anlaşma imzalamıştı anneannen. Oysa o meşhur (şimdilik) reklamda dendiği gibi "kirlenmek güzeldir"

Sen bol bol kirlen. Ağzın kolların pislik içinde gel eve. Oyun yorgunluğuyla at kendini koltuğa, kıpkırmızı bir suratla. İstersen bir bardak su içip ya da bir minik tost yiyip tekrar arkadaşlarının yanına dön. Akşam heyecanla bize o gün olanları anlat. Babanın da benim de seni gözlerimizde mutlulukla dinleyeceğimize emin olabilirsin. Seni oyunun en tatlı anında eve çağırmayacağımıza da... Kirli yanaktan bir minik öpücük yetecektir bize, banyo çıkışında bir sıcak kucak...

Şehir hayatı içinde çok zor biliyorum; ama yine de kirlenecek kadar şanslı olmanı istiyorum. Nasıl yapsak...