31 Aralık 2009 Perşembe

Bittin ha sonunda!

Ah 2009 ah. Nasıl hesaplaşsam seninle, nasıl uğurlasam seni. Hayatım boyunca unutamayacağım belki de tek bir yıl olacak ki sensin o. Neler yaşattın bana?

Daha ilk ayında oğlumu verdin bana. Nasıl unuturum senin o rüya gibi 8 Ocak’ını. O telaşı, bir anda toplaşıveren dostları... Ve ilk kez besleyişimi mememden oğlumu... Ve onun ilk gülüşünü, ilk adımlarını, çıkardığı tüm o garip sesleri. Ve kucağımda geçirdiği her bir huzurlu dakikayı nasıl unuturum.

Ve bana attığın keleği 2009. Cemal’den gelen o telefonu. Ve sonrasında hayatıma ilk kez giren o kelimeleri. Ve bana yaşattığın korkuları... Cemalin ve annemin döktüğü gözyaşlarını, kesilen sütümü ve Barış’ın bir umut arayan sorularını, babamın her sabah ettiği telefonları, abimin taksiden indiği o anı, Müzi’nin telefondaki halini, dostların sıklaşan ziyaretlerindeki mahcup bakışları...

Unuturum sanma 2009. Affederim sanma...

Neden diye sormayacağım sana.
Seni derin bir oh çekerek uğurlamak istiyorum.
Sarılmak istiyorum sana dostça sen giderken.
Çünkü sen tüm o acıları bile yaşatırken bana; büyüttün beni, daha çok sevdirdin yaşamın bütün küçük detaylarını, sevdiklerimle daha da yakınlaştırdın.

Bir hayırsız evlat gibi seveceğim seni.
Ama hep seveceğim.
Oğlumun içinde olduğu her şey gibi...

Hoşçakal 2009.

23 Aralık 2009 Çarşamba

"Oğlum in o kaydırağın tepesinden"

Oğlum, gecenin bu vaktinde yatak bana babanla sıcacık bir uyku vaat ederken kalktım. Kütüphanenin raflarından emektar macintosh’umu çıkardım. Her zamanki üşengeçliğime geçit yoktu. Sana uzun zaman sonra yeniden yazarken, bütün mektuplarımı yazdığım bu kaleme ihtiyacım vardı.

Bilgisayarımı açtığımda “ığeavc xp;ş,,”, “y;ş,+XQ” isimli dokümanlar karşıladı beni. Bir minik saldırıyla damgalamışsın onları. Ve neden bilmem öylece bırakmışım ben de... Belki de şimdiki gibi gülümseyebilmek için bilgisayarımı her açtığımda.

Sana yazmayalı da bu bilgisayarı açmayalı da uzun zaman olmuş. Ve bu uzun zamanda ne çok şey birikmiş. Ama boşvermeli şimdi bunları. Bugün çok önemli bir gündem maddemiz var. Bugün seninle ilk adımlarını konuşacağız ve cesareti ve ikilemi.

Ne şanslı anne babalarız ki senin hem çekingen o ilk adımlarının hem de ilk uzun yürüyüşünün şahidi olduk babanla. İlkinde İstanbul’daydık birden iki koltuk arasında iki adım atıverdin. Sen attığın o minik adımın belki de farkında bile değilken biz “doktorumuzun önceden uyarısıyla mecburen içimizden” sevinç çığlıkları atıyorduk.

Sonra devam etti bu çekingen adımlar ve tamamen son dakika gelişmeleriyle babanla Mersin’deyken (onun deyimiyle baba ocağındayken) yerinden kalktın ve oldukça uzun bir mesafeyi kendi başına kat ettin. Koltuğa bir iki adım kala kendini ileri doğru atarak...

Senin yürüyüşünle başlayan bu süreç senin cesaretin gibi bizim de artık daha cesur olmamızı gerektiriyor. Seni yürümen için daha rahat bırakmamızı, sokakta elini bırakıp sana özgürlük duygusunu tattırmayı, koşup düşmenden o kadar çok korkmamayı...

Senin bu naif cesaretin bizi de bir sınava sokuyor ve ben bütün sınavlar gibi bu sınavdan da çekiniyorum. Çünkü sana olan sevgim ne kadar özgürlüklerden bahsedersem bahsedeyim sokakta elini sımsıkı tutmama neden olabilir. Ve sana “düşmemeye değil kalkmaya oyna” desem de kendimi ümitsizce senin düşmemen için çabalarken bulabilirim.

Zaman zaman kendimle ters düşecek hatalar yapsam ve ikilemler yaşasam da her zaman senin gibi cesur olmak için kendimle, anneliğimle, sevgimle mücadele edeceğimi bil. Ama tüm bunlara arada bir yenilme hakkımın olduğunu da.

Yani demem o ki gün gelecek kaydırağın en tepesine çıkmak ve oradan belki de baş aşağı kaymak isteyeceksin. Peki yap bunu. Seni aşağıda bekliyor olacağım yüreğim ağzımda. Ve eğer koca bir adam olduğunda bu yazıyı okurken albümden kaydırağın tepesinde sana yapışmış bir fotoğrafımı bulursan da ayıplama beni. Çünkü diğerlerini bilmem ama benim annelik maceramda ölesiye korkak ve bir o kadar da cesur bir kadın başrolde.

Artık hangisi ne zaman nerede ortaya çıkarsa...

19 Ekim 2009 Pazartesi

Bir Ünsal Hoca Varmış...

Sevgili Fırat,
Dün bizleri çok üzen bir haber aldık. Prof. Dr. Ünsal Oskay'ın ölüm haberiydi bu. Türkiye'de "İletişim" dendiğine akla gelen ilk insan, gerçek bir aydın, tam bir entelektüel ve ne şanslıyım ki benim Ünsal Hocam.
Sana biraz ondan bahsetmek istiyorum. Ama birazcık araştırmayla öğrenebileceğin şurada doğdu, burada eğitim aldı, şu kitapları yazdı bilgilerinden değil de bizim (öğrencilerinin) onu tanıdığı şekliyle anlatmak isterim.
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi 401 no'lu sınıfı onun derslerinde gördüğü kalabalığı başka hiçbir derste görmemiştir. Üstelik devam mecburiyetinden filan değil tamamen öğrencilerin Ünsal Hocayla birşeyler paylaşma isteğinden kaynaklanırdı bu kalabalık. Ağzında sigarası, elinde çayıyla anlatırdı.... neler neler anlatırdı... en büyük derdi bizlerin daha çok okumasını sağlayabilmekti. Bir dersinde eni konu hesap yapmıştı; günde bir saat yemek yapsanız, yumurta gibi basit yemekler yapıp fazla vakit kaybetmeyeceğinizi düşünüyorum, bir saat yemek yeseniz, bir saat banyo tuvalet gibi işlere vakit ayırsanız, dört saatiniz okulda geçse, 6 saat uyusanız, geriye 11 saat kalıyor! Bu zamanı geçirmenin en kıymetli yolu kitap okumaktır!
Ama sanma ki Ünsal Hoca sadece buna önem verirdi. Hiç de değil! Hayat çok değerliydi onun için "Çocuklar her zaman mükemmel bir eş bulamazsınız, ama o böyle şu şöyle diye yalnız kalmayın, iyi kötü biri mutlaka olsun hayatınızda, hayattan kopmayın" derdi :) En güzel anılarından biri bir gün sahilde karşılaştığı kendi kitabını okuyan "bir çift bacak"a dair anısıydı. Öyle güzel bir kızın kendi kitabını okumasından duyduğu memnuniyeti keyifle anlatırdı. Türkan Şoray'ın kirpikleri ise sanırım en büyük tutkusuydu :) Sınıftaki erkek öğrencilere "Arkadaşlar en az bir Cemal Süreya şiiri bilmeden bir kızı tavlayamazsınız" derdi. Yüzyıllık Yalnızlık'ın tamamını 3 günde son 10 sayfasını ise 10 günde okuduğunu bu kitabın ne zaman bahsi geçse gülümseyerek hatırlarım.
Dün akşam ATV'de Ünsal Hoca'nın ölüm haberini verirken onun iletişim sektöründe ne çok öğrenci yetiştirdiğindne bahsettiler. Sadece ATV'nin haber ekibinde bile kendisinden bahsedebilecek 5-6 öğrencisi vardı...
Türkiye'de iletişim sektörüyle ilgili her türlü soruya cevap verebilecek, birçok konuda kapsamlı ve anlamlı bakış açısı sunabilecek ender insanlardan biriydi...
Velhasıl Fıratçığım, hem iyi bir eğitmen hem iyi bir insandı hocamız. Gerçek bir kayıp bizler için. Umarım senin de hayatında böyle değerli hocaların olur. Umarım sana sadece bilgi değil, anlamlı bir dünya görüşü de verebilirler...
Sana Ünsal Hocamızın yazdığı ve tavsiye ettiği kitapları armağan etmek için sabırsızlıkla bekliyorum.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Bir yolculuğun sonunda

Annen gelişigüzel yolculukları, nereye çıkacağını bilmediği yollarda yürümeyi sever oğlum. Ve bazen insan önemsiz gibi görünen bir gezintiye çıktığında, gezinti onu hayatı boyunca unutamayacağı bir manzaraya çıkarır... Bugün nereye çıkacağını bilmediğim bir internet yolculuğunda bir dizeye düştü yolum. “Bir dağ bulur uzun uzun bakarım”. Bilmem kaç defa okudum bu dizeyi, şu son on beş dakika içinde. Okudukça işledi içime ve içime işledikçe anlamlandı.

Sonra bir filmden bir sahneyi hatırladım. Babalarını arayan iki çocuk filmin sonunda kocaman bir ağaca sarılıyorlardı koşarak. Çarpılmıştım. Sıkıla sıkıla üflüye püflüye upuzun bir filmi bu kısacık sahne için izlemiştim sanki.

Ve bir başka film sahnesi... İki deli rus oğlan, yıllar sonra babaları çıkıp gelmiş yaşamlarına. Bir yolculuğa çıkıyorlar hep beraber, uzlaşamıyorlar. Ve adam ölüyor bir biçimiyle. Bir kayıkta yatıyor cesedi. Çocuklar sahildeyken denize doğru sürüklenip gidiyor. Küçük hırçın çocuk koşuyor arkasından ilk kez “baba” diyerek. Bu sahnenin etkisinde kalıp bütün gece ağladığımı hatırladım. Zübeyde Halan tek bir sahne için bu kadar ağladığıma inanamıyor, “bak doğru söyle abimle bir şey mi oldu” diye sıkıştırıyordu beni. Oysa o tek bir sahne bütün bir gece ağlanmaya değerdi...

Biliyorum büyük ihtimalle apolitik bir oğlan olacaksın. Yaşam kaygıların da bizimkilerden bambaşka olacak. Varsın olsun; ama ne olur ağladığın birkaç film sahnesi, defalarca okuduğun birkaç dize, yürümekten keyif aldığın yollar da olsun...

“Bir dağ bulur uzun uzun bakarım” dizesini kucaklayan şiir şöyle bitiyordu:

“Şimdi senin uzanıp yattığın otlarda
Yarın yeni bir yeşillik büyüyecek”

Benim yeşilliğim sensin ve dağım da.

5 Ekim 2009 Pazartesi

Doğduğun güne dönüş

Oğlum,

Nasıl gözümden kaçmış bu! Doğduğun günü anlatmamışım sana... Oysa nasıl heyecanlı bir gündü. O gün erkenden uyanmıştım. Marjinal hamilelerin şerefine bir kahvaltı tertip edilmişti (böyle bir kalıp var evet). Yolda anneanneni aradım, bu kadar erken aramama şaşırıp “bebek mi geliyor yoksa” diye açtı telefonu. “Daha neler” dedim daha var... Kuzenin Duru’nun aramıza katılmasına sadece birkaç saat kalmıştı. Bir yandan da dayını arıyordum her şey yolunda mı diye...

Marjinal’deki keyifli kahvaltının ardından (Duru da sağlıklı bir kız çocuğu olarak doğmuştu bu arada), yorgan almak için Harbiye’de dolanmaya başladım. İştahım o kadar açıktı ki o mükellef (bunu da öğren, ne işine yarayacaksa) kahvaltının ardında bir de Aslı’dan su böreği ve portakal suyu ziyafeti çektim kendime. Yürüye yürüye Cevahir’e vardım. Yorganları bulup babanı bekledim. Öğle yemeğinde gelip beni eve uğurladı. O kadar yorulmuştum ki hemen uzandım yatağa. Haa öncesinde de sucuklu yumurtaları dürüm yapıp hüplettim (bunu zaten biliyorsundur).

Uzanalı henüz on dakika bile olmamıştı ki bir tık sesi duydum. Ve bir sıkışma hissettim. Tuvalete gittiğimde senin gelmeye niyetli olduğunu anladım. Neyse ki Müzi evdeydi. Anneanneni, babanı aradım önce. Herkes şoktaydı. Tam da istediğim gibi ☺ En başından beni senin işte aynen böyle gelmeni istemiştim. Randevuyla değil kapıya omzunla yüklenerek... Birden!

General Herman muayenesinde doğruladı geldiğini ve hemen doğum yapacağım hastaneye yönlendirdi beni. Kanalı tıkayan kitle (bunu unutalım hepimiz) dolayısıyla normal yollarla gelemeyecektin aramıza.

Her şey çok hızlı gelişiyordu. Yolda sürekli birilerini arıyordum, oğlum geliyor diye... İlk işaretle doğumhaneye girmem arasında sadece 1 saat vardı sanırım. Masaya yatmıştım fakat baban ortalarda yoktu. Doktoruma sürekli “Cemal’i bekleyeceksiniz değil mi?” diyordum. Anestezistin ısrarla bugün neler yediniz diye sormasına da kızıyordum. O kadar çok şey yemiştim ki... Üstelik sucuklu yumurtalı dürümü her seferinde “tost yemiştiniz değil mi?” diye tekrar ediyor ben de sanki bir önemi varmış gibi “yo yo ekmek arası yedim” diyordum.

Çok korktuğum anestezi kısmı zahmetsizce tamamlandıktan bir süre sonra baban girdi içeri yeşil ameliyat kıyafetleri içinde. İşin komik kısmı baban bu haliyle tıpkı yanı başımdaki anesteziste benziyordu. Ve ikisi de zaman zaman yanağımı okşuyordu. Bu iki adamdan hangisi kocam diye düşünürken Herman “Bunu hissettin mi?” dedi. Sonrası şimşek hızıyla gerçekleşti, bir anda sesini duydum. Şoktaydım. Minik bir temizlik operasyonundan sonra getirdiler seni yanıma. Ha bu arada doğduğun an baban deklanşöre basacağına kapama düğmesine basmış ve buna da acayip bozulmuştu.

Seni ve babanı alıp götürdüler. Nispeten sıkıntılı bir yarım saatten sonra yukarı size doğru yolculuğum başlamıştı. Asansörden iner inmez gördüğüm manzarayı hiç unutmayacağım. Aradığım herkes oradaydı neredeyse. Bu kadar insan nasıl bir araya geldi diye düşündüm. Çok da mutlu oldum. Kimler yoktu ki; abin, Barış dayın, Tuncay, Arzu, Gözde, Ceyda, İlker, Zübeyde Halan, Müzi...

O gün, o günün aslında hayatımın en mutlu günü olduğunu bilmiyordum. Seninle aramızda oluşacak bağın sağlamlığından bihaberdim. Kucağımda bir minik bebektin. Şaşkındım.

Bugün ne zaman düşünsem doğduğun günü içim heyecanla doluyor. Seni bu kadar severken, sana bu kadar bağlıyken dönüp o günü bir daha bir daha yaşamak isterdim.

Doğduğun gün, bugünkü büyük sevgimle kucaklamak isterdim seni.

Bugünkü gibi içime çekebilmek seni.

18 Ağustos 2009 Salı

Anne olduğum an

Oğlum anne olmak bir tuhaf his. Her geçen gün olgunlaşan ve gelişen bir ilişki bizimkisi. Bu ilişkinin dönüm noktalarından biri 1 Ağustos günü yaşandı. O gün ilk kez "gel gel" yaptığımda boynuma atıldın ve benden kimselere gitmedin. O gün ilk kez bu kadar çok ve derinden annen olduğumu hissettim. Annen olduğum için ağladım gece boyunca, sen beni tanıdığın için artık ve tercih ettiğin için. Sevincimden "gel gel turnuvaları" düzenledim. Hiçbir yarışta kazandığım için bu kadar sevinmedim.

Halam tamamen iyileştiğimi öğrendiğinde "Caney sen şu an burada olsan bu müjdeyi verdiğin için sana ne verirdim biliyor musun?" demişti; "canımı verirdim, canımı". Ben de o anki hislerimi böyle anlatabilirim sana. Senin annen olduğum o an için "canımı verirdim, canımı"

Artık eve her geldiğimde önce "gel oğlum" diyorum sana, sonra Müzi çağırdığında ve sen gitmeyip benim boynuma saklandığında "Aferin" deyip öpücüklere boğuyorum seni. Bir annenin mazur görülebilecek bencilce hisleriyle.

Ve sen bu aralar öyle güzel öyle derinden gülüp bakıyorsun ki mutluluktan elim ayağıma dolanıyor. Bana kendimi her gün her gün çok şanslı hissettiriyorsun. Saat altı civarında kalbime minik minik oklar saplıyorsun. "Birazdan eve gidip oğluma sarılacağım heyecanının" okları.

Ve işlere ara verip senin fotoğrafına baktığım o an edebiyatın ta kendisini yaşatıyorsun bana; çünkü yalan değil çocuk her şeyiyle gerçek. İçimden bir nehir akıyor gibi oluyor... Sana doğru...

23 Temmuz 2009 Perşembe

Bankta bir bebek, yanında bir adam

Bazen öyle oluyor ki buralara hep babanı yazmak istiyorum; babana olan aşkım, babanın şaşkınlıkları, babanın gözyaşları, babanla kavgalar, babanla barışmalar... Hepsini sayfalarca yazmak... Ve kucağındaki sana aşkla bakan babanın yüzlerce fotoğrafını çekmek istiyorum. Upuzun prezantasyonlar hazırlamak istiyorum babanla yürüyüşlerimiz için. Sesim güzel olsaydı bir de sevdiği şarkılardan albüm yapmak isterdim ona.

Dün her sabah ve akşam yürüdüğümüz o yolda, sana ve babana gelirken bir yaşlı adam gördüm. Tek başına uzaktaki otobana bakıyordu. Neredeyse her akşam bir görev gibi... Biraz üzgün bir gündü geride bıraktığım... Sanki bu kez daha çok etkiledi beni adamın duruşu. Yüreğim biraz ezik devam ettim yola, sonra ilerde iki kişi gördüm. Minik bir bebek bankın kenarına tutunmuş çığlık atıyordu ve yanındaki adam gülerek onu arkasından tutuyordu. Meyve ağaçlarının ortasında yaşlı adamla aynı otobana doğru oturmuşlardı. Çalıların arasından yürüdüm ve "Oğlum" dedim sana yine öyle güzel bakıp öyle güzel güleceğini bilerek ve babana dönüp "Cemal baksana ne güzel kırmızı oje sürdüler bana" dedim. Neşelendik... Dönüş yolunda baban ben bütün gün çok üzüldüm diye birkaç küçük gözyaşı döktü; büyük bir aşk ilanı olarak. Sonra senden bahsedip kendimize geldik. Türlü türlü şeyler konuşup güldük, eğlendik. Baban ihmal ettiğim birkaç şey için kızdı bana. Kırmızı ojelerime şaşkın şaşkın baktık arada.

Yürüdüğümüz o yol hayatımızın her günü gibiydi...
Ve babanla geçirdiğim her gün, sonunda meyve bahçesi olan bu yol kadar huzur verici.

16 Temmuz 2009 Perşembe

Fırat'lı hayat, tatlı hayat!

Fıratçığım, kuzucuğum,

Sen büyüdükçe içimizde sevgin de büyüyor sanki. Varlığın her geçen gün içimizi daha çok ısıtıyor. Şahsen ben seni her görüşümden sonra daha çok özlüyorum. Daha da bir sabırsızlanıyorum tekrar görmek için :)

İtiraf etmeliyim ki beni en çok mutlu eden şeylerden biri; beni gördüğünde gülümseye başlamış olman (Herkese gülümsüyor olabilirsin ama konu bu değil, lütfen) Son zamanlarda her görüştüğümüzde bana şöyle bir bakıyor ve hemen dünyanın en sıcacık gülüşüyle, gözlerin parlayarak gülüyorsun. ne yalan söyleyeyim bu da beni pek bir mest ediyor :)

Geçen akşam televizyonda bir filmde 5-6 yaşlarında bir çocukla genç bir adam vardı. Adam çocuğu gezdiriyor, anaokuluna götürüyor, şarkılar öğretiyordu. Birden kendimi "Fıratçığım büyüse de biz de yapsak bunları" diye düşünürken buldum. Sabırsızlanıyorum seni kaçırıp parka, sinemaya, dondurma yemeye, gezmeye götürmek için.

Seninle birşeyler paylaşmak, daha çok paylaşabilecek olmak beni çok heyecanlandırıyor. Umarım sen de böyle düşünürsün :)

Seni çok seviyorum Minik!

"Taktı abicim taktı"

Bu aralar bakıyorum da her şeyle tam bir minik kaşif olarak yakından ilgileniyorsun. Halının tüyleri, babanın göğüs ucu, koltuğun kenarı, balkondaki domates fidesi, bütün kumandalar senin oyuncağın. Her şeyden çok çabuk sıkılıyorsun. Bir süre oynadığın bir oyuncakla yeniden oynaman için o oyuncağı uzun zaman görmemen gerekiyor. Baban senin bu halinle ilgili olarak bana yan yan bakıp "kime çekmiş acaba?" diyor...

Ben de senin gibi bir şeye taktım mı takar, işin cılkını çıkarır sonra tamamen bıkar ve bir daha asla yüzüne bakmam. Bir dönem Metro çikolataya takmıştım kafayı; o kadar çok seviyor o kadar çok seviyordum ki günde iki üç tane yemeden rahat etmiyordum. Sonra bir gün bıktım ve bir daha bakkalda yüzüne bile bakmadım. Herhalde yemeyeli birkaç yıl olmuştur.

Son maymun iştahlılığımdan sen de nasiplendin. "Herkes yavrusuna bir şey örüyor hadi ben de altta kalmayayım" dedim ve beyaz bir yelek örmeye karar verdim sana. Şöyle bir sırtı kaplayacak kadar alanı ördüm fakat o kol kesme denen lanet yere geldiğimde Elife Halan defalarca nasıl yapılacağını anlatsa da bütün hevesimi kaybettim ve olduğu gibi bıraktım senin yeleği. Sonra bari sabun bezi yapayım bundan dedim ve kesip şişten çıkardım. Püskül müskül yapacaktım öyle kaldı. (Tüm bunlar olurken Gözde teyzen senin için üstelik işinin en yoğun olduğu zamanda bir battaniye örüp bitirdi. Hem de modelli). Bu annenin el emeği göz nuru parçası sanırım baban tarafından bir operasyon esnasında çöpe atıldı. Sahi ya benim depresyon çantam ne oldu? Kesin baban atmış veya birine verdirmiştir zorla. Oysa içinde şişler, ipler, ne güzel püsküller, yumak toplar vardı ve canım sıkkınken özellikle de kışsa çok işe yarıyordu. Len Cemal, aynılarını topla bana çabuk kış gelmeden.

Neyse sözün özü, şu an tüm bebekler gibi maymun iştahlısın ama olur da bu hal sürerse suç benimdir. Yalnız sen de benim kadar şanslıysan; umarım benim babanı bulduğum gibi hiç bıkılmayacak bir eş bulur ve yıllarca bu oyuncakla hayatı neşelendiren binbir oyun oynarsın.

Baban benim için yemekten hiç bıkılmayan bir Metro çikolata, içtikçe içilesi gelen bir bardak fındık şuruplu cafe latte, bitmesin diye dua edilen koca bir tencere yaprak sarma.

Yerim ben bu babanı...

15 Temmuz 2009 Çarşamba

Düşmez kalkmaz bir baban

Haa düşmelerden bahsedince aklıma geldi. Şimdi kimi insan var bütün düşmelerini tek başına yaşamak ister. Ne bileyim bana bir tür güç timsali gibi gelir bu insanlar. Başlarına kötü bir şey geldiğinde en yakınlarına bile "üzülmesinler" diye söylemezler misal... Baban birazcık böyle insanlardan gibi. Bazı konularda sır küpüdür, bazı sıkıntıları tek başına göğüsler. Peki ya annen? Annen ise düşmeleri söz konusu olduğunda tam bir gevşek ağızdır yavrum. En ufak bir yeri ağrısın bire bin katarak anneannene, babana, dostlarına anlatır da anlatır. Onların ilgisinden, onların da o an üzülüyor olmasından bir tür iç huzur bulur. Birazcık bencillik ama böyle ne yapalım.

Ben acılarımı paylaşmazsam deliririm. İşte bu yüzden halan bir kist ameliyatı olacağı zaman bunu sadece babana o da ne olur ne olmaz diye söylediğinde şoka girmiştim. Ben olsam ooo, bütün risk faktörlerini de sıralayarak toplamıştım milleti başıma. Bugün yine kan verirken damar bulunamadığından canım çok yandı ve söylemediğim kalmadı nerdeyse... (Baban "içim sızladı, keşke yaptırmasaydın" dedi de mutluluktan öldüm bittim. Kolumun sızısı geçti gitti sanki)

Sen erkeksin, ilk gruba girersin diyeceğim ama hiç de öyle olmayabilir. Çünkü örneğin dayılarının da benden aşağı kalır yanı yoktur. Barış ne zaman hastalansa arayıp bana bildirir hemen. Bizim ailede "şu rahatsızlığı çaktırmadan yaşayıp geçireyim" diyen bir anneannen vardır oğlum. Onun dışında biz ne zaman düşsek "yahu kimleri toplasak başımıza" diye sevdiklerimizi şöyle bir yoklarız.

Bence sen de bizim gruba dahil ol. Çok eğlenceli.
Ne o öyle tek başına acılara göğüs germek falan, film gibi...

Deneme bir ki

Bu sabah uyandığında seni alıp içeri odaya götürdüm. Yere açtığımız minderin üstüne bıraktım. Kıpırdana kıpırdana kenara kadar geldin. Düştün düşeceksin... "Dur bakayım" dedim "düşsün bir ne olacak". Nasıl olsa 15-20 cmdi hepi topu. Ama o da ne düşer düşmez kopardın yaygarayı, ağladıkça ağladın. Bir yandan üzüldüm sen böyle çok ağladığın için; bir yandan da gözünde ilk kez bir damla yaş gördüğüm için sevindim. Müzi kızdı bana "çocuk deneme tahtası mı?" diye... Aslında biraz öyle bence... Deneye ve (umarım azıcık) yanıla yanıla öğreneceğiz bazı şeyleri. Koltuğun taa kenarına kadar gidip bir kerecik düşmezsen böyle bir şeyin varlığından nasıl haberdar olacaksın. Düşmelisin ama bizim desteğimizle veya kendi kendine hep kalkmalısın. Tabii bir de mümkünse aynı koltuğun kenarından on kere düşüp, kafanı gözünü yarmamalısın.

Bence yaşamın boyunca düşmemeye oynama, düştüğün zaman kalkabilmeye oyna. Daha kazançlı çıkarsın sanki... Öyle ya da böyle düşmemek mümkün olmadığına göre.

Her zaman yapamayız -ve yapmamalıyız da belki- ama sen düştüğünde ne zaman istersen at kendini kollarımıza. Ağla, sinirlen, iç çek... Biz de seninle ağlarız, sinirleniriz, iç çekeriz. Ve sonra hep beraber ayağa kalkıp en yakın tatlıcıya pasta yemeye gideriz.

Nitekim sıkı sıkı sarılıp, üstüne bir dilim pasta yedikten sonra bütün düşmeler vız gelir tırıs gider.

26 Haziran 2009 Cuma

Her gün yeni bir sen

Fırat'ım şöyle bir baktım da son zamanlarda sana seni anlatacak şeyler yazmamışım hiç. Oysa seni büyütme maceramız tam gaz sürüyor ve sen her geçen gün yeni bir şeyler yaparak şaşırtıryorsun bizi... Nerden başlamalı bilmem. Mesela artık bizi uzaktan görünce de tanıyorsun. Bir aralar sen balkonda veya pencerede olduğunda dikkatini çekmek için boşuna sallardık elimizi kolumuzu ve boşuna bağırırdık "Fıraat, fırat" diye. Bütün sokak yolcuları dönüp bakardı da sen bakmazdın. Bir süredir ise bizi görür görmez gülmeye başlıyorsun. Ve en çok hoşuma gidense neredeyse her gülmende kendini kucağında olduğun kişinin göğsüne, boynuna doğru kapatıyorsun. Bu utangaç, mahcup tavır beni büyülüyor.

Son birkaç haftadır emekleme çalışmaları yapıyorsun. Poponu yukarı kaldırıp kendini ileri -ve bazen de geri- doğru atıyorsun. Arada yorulup kafanı yatağa gömüyorsun veya sinirlenip "ııııııııı ıhhhhhh" diyerek bütün vücudunu kasıyorsun. Artık farklı sesler çıkararak, şımarık şımarık ağlıyorsun. Bu ağlamaların o kadar komiğime gidiyor ki kahkahalar atıyorum. Sen de bir süre sonra "ne yapıyor bu kadın" diye sanırım bana dikkat kesiliyor ve ağlamayı unutuyorsun. Bu beni daha da çok güldürüyor.

Aslında neredeyse her yaptığın hareketle güldürüyorsun bizi. Mesela sen uyanıp da yumuşak yumuşak kaşındığında ya da kafanı kaldırıp bize baktıktan sonra yine aynı mahcup tavırla kafanı yeniden yatağa gömdüğünde biz saat sabahın altısı olmasına rağmen çok gülüyoruz babanla. Sen büyürken içimizde hep bir sevinç.

Babanla her akşam yıkıyoruz seni. Bir zamanlar sadece seyirciydim artık su dökücü oldum. Bir nevi terfi işte... Banyoda çok mutlusun. Bu aralar neden bilmem banyodayken sürekli göbeğini kaşıyorsun. Pipin eline değdiğinde de "sanırım bir tür oyuncak bu" diye merakla onu da kaşıyorsun. Biz bir yandan gülüyor bir yandan da kıpkırmızı olan göbeğinin yarattığı endişeyle eline oyuncaklar tutuşturuyoruz. Baban banyonun ilk dakikalarında mutlaka "oğluma jakuzi yapacağım" diyerek duşun fıskiyesini alttan alta tutuyor sana; ben her seferinde engellemeye çalışıyorum onu "çocuk korkacak, canı yanacak" diye...

Mamanı epey azalttık. Kerata sen de az değilsin kabağın tadına baktıktan sonra o son zamanlarda hep reddettiğin mamaya saldırmaya başladın. Senin için buharda pişirdiğim sebzelerden püre yapıyorum. İçine azıcık da kabak koyuyorum tabii. Kahvaltılarda pekmez, yumurta, labne peynir, tereyağ, cicibebe bulamacı yiyorsun. Üstelik buna bayılıyorsun. Senin cicibelerine ben de dayanamıyorum, sütün içine koyup koyup yiyorum. Ne yapayım çok güzeller.

Bir yoğurt hikayesi var ki tek başına bir yazı olarak girmeyi hak ediyor bu bloga. Sana yoğurt yapmak en büyük zevkim. Her seferinde o 4 saatlik sürede tuttu mu tutmadı mı diye beklemek, sonra heyecanla kavanozun kapağını açıp tuttuysa acayip mutlu olmak için yapıyorum sanki bu işi. Ayıptır söylemesi artık hep tutuyor. Üstelik küçük kavanozlarda da yapabiliyorum; önceden nedense hiç tutturamıyor hep koca koca tencerelerde 1 kilo sütü mayalıyordum. İyi ki de pes edip yoğurt makinesi almamışım. Bu heyecanı yaşamadıktan sonra iki günde bir yoğurt yapmak görevden başka bir şey olmazdı.

Eskisinden farklı olarak artık öyle uzun saatler duramıyorsun arabanda. Hele ki yemek masasındaysak hemencecik gelmek istiyorsun yanımıza. Her seferinde senin dediğin oluyor tabii. Bugün kahvaltı yaparken kaselerimizden birini kırdın çeke çeke. Evet artık nesneleri tutup fırlatabiliyorsun. Bakalım daha neler neler zayi olacak...

Müzi'yle neredeyse bütün gün başbaşasınız. Ben sürekli "aşk yaşamayın ha, oğlum aman Müzi'yi benden çok sevme" diye telkinlerde bulunuyorum sana. Daha önce baktığı çocuk "anne" dermiş Müzi'ye; aynısı başımıza gelmesin diye "oğlum bu müzi ben de annenim" diyorum. Geçen gün kucağımda ağladığında hemen deney yaptım. Teyzemi çağırıp onun kucağına verdim seni. Baktım susmuyorsun, "aferin oğlum" deyip gezmeye götürdüm. Müzi "bu anneyle başımız dertte" diye şikayet ediyor beni sana. Eee ben ona daha hamileyken söylemiştim kıskanç bir anne olacağımı. Baksana aşkınızı bölmek için sıcak mıcak dinlemeyip her öğlen baskın yapıyorum size.

En büyük zevklerinden biri de ayakta durmak. Tabii şimdilik desteğimizle. Ayaktayken pis pis sırıtıyorsun önce. Sehpanın yanındaysan sehpaya vuruyorsun. Bir gün o kadar hızlı vurmuşsun ki ağlamışsın acısından. Müzi anlattı. Ha bir de oda seçtiğini söyledi Müzi. Penceresinden dışarı seyrettiğin için onun odasını seviyormuşsun en çok. Balkon ise senin vazgeçilmezin. Orada saatlerce durup; arabaları, insanları seyredebilirsin. Dışa açık yönünü benden almadığın kesin.

Senin sokakları sevdiğini bildiğimiz için mutlaka her akşam arabana koyup gezmeye gidiyoruz birlikte. İstikametimiz bizim sokağın sonu. Orada meyve ağaçları ve otoban manzaralı bir bank var. Ana ziyaretçileri çocuklar, kediler ve bir de biz. Baban ağaçlardan olgunlarını seçip meyve topluyor benim için. Eriği pis bulduğumdan yemiyorum ama dut verirse anında götürüyorum. Annenin psikilojisi böyle tuhaftır işte yavrum. Geçen gün Gözde'ye yazdığım gibi "şu beynimi bir aldırsam da midem de diğer organlarım da bir rahat nefes alsalar artık"

Uyurken mutlaka sallanmak istiyorsun hınzır seni. Ben türküler söyleyerek uyutuyorum seni, baban kendi dilinde tuhaf sesler çıkararak. Sallama ve uyutma faslı bitip de yatağına bıraktığımızda seni hemen yan dönüyor ve uyumaya böyle devam ediyorsun. Çok hoşumuza gidiyor bu. (Müzi'nin çok hoşuna gitmiyor. Hep aynı tarafa dönüyorsun, kafan yamuk olacak diye endişeleniyor)

Bol bol konuşuyoruz seninle. Sen de özellikle sabahları tuhaf sesler çıkararak karşılık veriyorsun bize. En çok da "uuuu" dememizden hoşlanıyor ve gülüp sen de tekrarlıyorsun. Karşılıklı "uuu"laşıyoruz uzun uzun.

Sözün özü büyüyorsun oğlum, bizi çocuklaştırarak hem de. Ne güzel.

19 Haziran 2009 Cuma

Uğur'un elleri

Oğlum hatırlar mısın babanın ellerini yazmıştım sana, neşeyle bir zamanlar, sevgiyle... Bugün yine sevgiyle ama büyük bir acıyla bir başkasının ellerini anlatacağım sana... Uğur’un çocuk ellerini... 12 yaşındaki bu ellere isabet eden 4 kurşunu. Uğur’u vurdular oğlum. Yakın mesafeden hem de; 13 kurşunla. Nasıl bir nefretle ve nasıl bir körlükle yaptılar bunu? Hiç mi sevmediler bir çocuğu, bir çocuğun minik avcuna hiç mi öpücük kondurmadılar? Bunu yapanlar yargının en yüksek kademesinde, tüm bilirkişi raporları görmezden gelinerek aklandılar oğlum. Hiçbir şey olmamış gibi, sanki Uğur ölmemiş, öldürülmemiş gibi tuttular evlerinin yolunu. Bugün bunu öğrendiğimde içimi kaplayan çaresizliği anlatamam sana... Evde olsam utanır bakamazdım ellerine... Şirketteydim tuvalete kapandım; ağladım, ağladım...

Bu ülkenin milyonları ayaklanmadı elbet karar karşısında, gazeteler manşetten vermediler bu haberi. Uğur’un minik elleri kimsenin umrunda olmadı. Bu ülkede bugün de adalet; içi boş, acı veren bir kelime olarak takılı kaldı boğazımızda. Bugün de sustuk ve ağladık sadece...

Senin zamanında çocuklar böyle kolay, böyle gözü dönmüş bir nefretle öldürülmesin... Sen yaşama böyle çaresizlikleri. Senin zamanında çocukların ellerinin dokunulmazlığı olsun. Uğur’un elleri de unutulmasın ama... Sen bil en azından oğlum. Kötü bir film değil bunlar, yaşandı gerçekten bu ülkede. Bu ülkede 12 yaşında bir çocuk 13 kurşunla öldürülebildi. Yargıtay katillerin ellerinin temizliğini onaylayabildi. Kararı veren yargıçlar evlerine gidip; çocuklarını, torunlarını sevebildi. Bil bunları.

Annen bugün utanıyor anneliğinden bil.
Annen bugün öğlen gelemeyecek yanına;
Uğur’un annesi orada öyle çaresiz ağlarken seni sevmeye yüzü yok bil.

Annen bugün senin geleceğin için ümit etmek istiyor ama başaramıyor. Bil.

17 Haziran 2009 Çarşamba

Yün yeleğin çekim alanında

Bugün bir fotoğraf karesini hatırladım ve Gözde'yle paylaştım. Olur da albümlerimizi sana bırakabilirsek bu fotoğrafı biraz daha dikkatle incelemeni isteyeceğim senden. İşte o fotoğrafta anne olmanın gücünü göreceksin. Önce hikayesini anlatayım sonra fotoğrafta ne olduğunu söylerim...

Anneannen biz ne zaman Adana'ya gitsek; ısrarla uyanır uyanmaz yelek giymemizi, yelek giymezsek üşüyeceğimizi söyler. Elbette kendisi uyanır uyanmaz yelek giydiğinden ve giymediğinde üşüdüğünden :) İşte bahsettiğim bu komik fotoğrafta Barış Dayın ve ben Adana'dayız. Gözlerimizin durumunda anladığım kadarıyla sabah saatleri. Barış Dayının üzerinde annemin pembe yün yeleği, benim üzerimde annemin yeşil yün yeleği var. İkimize de bol gelmiş ve çok abes duruyor ama bir şekilde orda işte. Annem ikimizi de ikna edip giydirmeyi başarmış. Efsunlu bir şekilde annemlere her gittiğimizde bu yün yeleğin çekim alanına giriyor ve giyiyoruz.

İşin ilginç yanlarından biri benim nefret ettiğim şeylerden biridir yelek. Çok yerel bulur ve sevmem. Anneannen doğduğunda sana yelek giydirmek için bin dereden su getirdiyse de babanın ve benim muhalefetimizle bunu hiç başaramadı. (Biz yokken giydirdiyse bilemem)

Şimdi ilerleyen yıllar için bir sahne daha canlanıyor gözümün önünde ve çok gülüyorum. Dayın ve ben yine Adana'dayız. Sen ve Duru ilkokul çağındasınız, Sude neredeyse bir genç kız artık. Annem hepimize rengarenk birer yün yelek giydirmiş, bir de başarı vesikası olarak fotoğrafını çekmiş.

Yapar mı yapar!

11 Haziran 2009 Perşembe

Felek zaten borçluydun bana

Dün gece seni ve Deniz'i babalarınıza satıp Müge’yle dışarı çıktık. Müge’yi de, onunla başbaşa dışarda olmayı da, şarabı da özlemişim. Gece boyunca kah güldük tokuşturduk kadehleri, kah ağladık... Hatta o kadar çok ağladık ve o kadar çok güldük ki sanırım bizde bir tür acınacak veya sevilecek bir şeyler olduğunu düşünen şef garson şişemiz bittiğinde birer kadeh şarap daha getirdi ikramları olarak. Ve sonra birer kadeh daha... En sonunda kendisine “evde bebeklerimizin bizi beklediğini böyle devam ederlerse bizi eve iyice sarhoş göndereceklerini” söyleyip teşekkür ettim.

Masamızda haydari, paçanga, şakşuka ve Müge’nin isteği üzerine ahtapot; kalbimizde geçmişten kalan tatlı izler, unutulmaz anılar, zor zamanların kuvveti; dilimizde türküler, şarkılar...

Ve tüm bunların üstüne eve döndüğümde babana sarılmanın, yatağında yan dönmüş mışıl mışıl uyuyan oğlumu, seni izlemenin mutluluğu.

Kaymaklı bir kadayıf, felekten çalınmış unutulmaz bir gece...

5 Haziran 2009 Cuma

"Gide gide bir söğüde dayandım dayandım"

Son birkaç haftadır dilime takıldı; seni uyuturken sürekli “gide gide bir söğüde dayandım dayandım” türküsünü söylüyorum. Sen de beni üzmeyip altıncı veya yedinci tekrarda uykuya dalıyorsun. Şu an için bir problem yok; yalnız ilerisi için kaygılıyım. Bebekken dinlenen ezgiler bir biçimde beyinde yer ediniyor ve ilerleyen dönemlerde de seviliyormuş. İş bu durumda yarın öbür gün en ağırından metalci bir abi veya rocker bir genç olursan; Beyoğlu’nda arkadaşlarınla bir o yana bir bu yana dolanırken es kaza bu türküyü duyup da “bu nasıl bir ezgidir aga, daha da ayrılamam ben bu türkü bitene kadar” dersen velhasıl arkadaşlarının alay konusu olursan bil ki tek suçlu annendir.

Hayır nerden kazınmış bu türküler beynime onu da bilmiyorum ki; yıllardır dinlememişim tam seni uyutacakken bir bir aklıma geliyorlar. Adana’dayken de anneannen gülmeye başlayınca bir de baktım sana Mahmut Tuncer üstadımızdan “uyandım sabah ile, gözyaşım sile sile” türküsünü söylüyorum. Sözlerini hatırlamadığım için de sürekli bildiğim yerlerini tekrarlayıp duruyorum. İşte dediğim gibi olan senin delikanlılık zamanlarına oluyor.

Affet yavrum... Gönül sana Ortaçgillerden, Kızıloklardan yumuşacık ezgiler fısıldamak ister; ama bırakmıyor yakamı körolasıca bilinçaltı müzik kültürü.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Ergen ülkede erkek olmak

Oğlum, bu ülkede kadın olmak zordur derler hep... Haksız olduklarını söyleyemem; ama erkek olmak da zordur gelişmekte olan, ergen ülkede. Örneğin bu ülkede erkeksen doya doya kahkaha atamayacaksın; cıvık diyecekler yakıştıramayacaklar. Futbol takımı tutmazsan olmayacak, milli takım gol attığında kendinden geçmezsen... Olur da ağlamak gelirse içinden rahat rahat gözyaşı dökemeyeceksin; ya “yakışır mı lan erkek adama” diyecekler ya minik bir kedi şefkati gösterecekler “ah canım ne tatlı ağlıyor” diye... Çocuklarının bütün sorumluluğunu her şart altında senin sadece senin üstlenmeni isteyecekler; hatta karın bile bazen buna hakkı olduğunu düşünecek yanlış bir tercih yapmışsan. Onun işsizliği kimselere batmayacak da örneğin, seninki herkeslere batacak. Canın rengarenk giyinmek istediğinde ya da kendine süslü bir salata tabağı hazırlamak istediğinde ya da özel hayatını kimseyle paylaşmak istemediğinde arkandan konuşacaklar. Yoksa diyecekler... En çok senin bir baltaya sap olman istenecek. Güle oynaya askere gitmezsen, silah tutmam dersen vatan haini olacaksın. Sonra sünnet olmadığını görenler kimi zaman alaylı bir ifadeyle kimi zaman küstahça gelecekler üstüne. Eşine ev işlerinde yardımcı olsan “kılıbık” olacaksın. Olur da cinsel tercihin diğerlerinden farklı olursa yaşayacaklarını ise söylemek bile yersiz.

Oğlum, bu ülkede erkek olmanın bütün ağırlığını yaşayacaksın sen de. Kaçış yok. Toplumun sana yüklediği kimi rolleri benimseyeceksin, kimilerini reddedeceksin. Her halde isterim ki eğer doğrusunun bu olduğuna inanıyorsan kulak asma kimselere. Attığın adımdan eminsen bakma geriye... Farklılıkların değil mi seni sen yapacak olan.

Seni bütün farklılıklarınla kucaklamak isterim ben annen olarak. Farklılıklarının mecburi diyetlerini ödediğinde -küçük ya da büyük- yanında olmak isterim.

Erkek olmak zordur oğlum bu ülkede; ama erkek anası olmak da hiç kolay değildir. Onun çekeceği bütün potansiyel sıkıntılar için yüreğin daralıyorsa şimdiden...

15 Mayıs 2009 Cuma

"Tamamen mi yok olmuş?"

Geçtiğimiz gün babanla doktor kontrolü için hastanedeydik yine. Muayene bitip de odaya geçtiğimizde doktor anlatmaya başladı. Tümöre latince bir şey olduğunu söyleyip duruyordu. Sonunda ben dayanamayıp “Hocam nedir bu söylediğinizin Türkçesi, ne olmuş tümöre” dedim. “Yani silinmiş, yok olmuş” demez mi???? Hoca milleti işte, soğukkanlı, mesafeli... Kalk bir yanaklarımızdan öp, hadi geçmiş olsun de, iki kahve söyle, hatta mümkünse akşam buyur yemeğe gel; ben her “tamamen mi yok olmuş yani” dediğimde sabırla “tamamen yok olmuş” de... Ne bileyim işte yap bir şeyler... Yok; herhangi bir haberi herhangi bir hastaya verir gibi söyledi ve elindeki –içinde ne olduğunu çok merak ettiğim- naylon torbayı büküp, arkasını dönüp gitti.

Babanla başbaşa kaldığımızda “tamamen mi yok olmuş yani” dedim doya doya. Neyse ki o yanımdaydı. Anneanneni aradık hemen, iyi haberlere gözyaşı vizesi olduğundan ağladı. Dedenden müjdeyi istediğimde “annenle seni İtalya’ya göndereyim bu güzel haber karşılığında” dedi. Dayıların nihayet “oh be” dediler. Sonra dostları aradık ve birkaç akrabayı. Akşam evimiz kendiliğinden bir parti mekanına döndü. (Ah hoca da olsaydı hep beraber bol bol “tamamen mi yok olmuş yani” diyebilseydik ☺) Hazır kalabalıkken ve dostlar bir iki laf beklerken kadeh kaldırayım dedim. İlk sözüm “ağlayacağım galiba” oldu ve sözümde durup hemen ağladım. Hal böyle olunca kadeh kaldırma meselesi rafa kaldırıldı.

Gecenin gözbebekleri, bebeklerdi. Sen, Deniz ve Cansu... Bir ara üçünüzü yan yana getirip fotoğraflar çektik. Cansu senin üzerine atılmaya çalıştıysa da Ceyda teyze tarafından engellendi. Deniz her gördüğünde işaret parmağını fotoğraf makinesine dikip “ha hahah” deyip hepimizi güldürdü. Gecenin sonuna doğru hepiniz, sanırım biraz kalabalıktan, biraz uykusuzluktan ağlamaya, mızırdanmaya başladınız. Seni salona denemek için getirdiğimde dudağını büzüp büzüp etrafa bakman, sonra da ağlaman itiraf ediyorum ki çok hoşumuza gitti. “Aman da aman” dedik “oğlumuz büyümüş de kalabalıklardan sıkılır olmuş”

Dostlarla, akrabalarla geçirilen bu güzel akşamın sabahında, senin gülücüklerinle uyandım yine. Yine kahvaltı için köşedeki simitçiden, simit peynir alıp işe geldim. Maillerimi kontrol ettim, senin birkaç fotoğrafına baktım, babanla telefonlaştım.

Ve belki on kez doktorun raporunu okudum.
“serviks normal, parametrium serbest”

Hayat devam ediyordu işte. Seninle yaşanacak o güzel günler için en çok da...

10 Mayıs 2009 Pazar

Bir anneden diğerine...

Oğlum,
Bu blogdaki en uzun yazı olacak belki de bu... Öyle kısa cümlelerle geçiştiremeyeceğim, konuyu hemencecik kapatamayacağım. Çünkü bugün senin aracılığınla annemle konuşacağım, ona yazacağım... Annen duygulanmadan, ağlamadan söyleyemeyeceği ne varsa bugün söyleyecek annesine. Blogundan bir minik yeri büyük bir sevgi için kiralayacak.

Annem,
Bir an var ki unutamıyorum... Seninle ilk gidişimizdi kemoterapiye. Ben oturmuştum yerime sen sandalyeni çekmiş, etrafımda dolanıyordun bilmem ne için... Bir an sana baktım ve o an orada paylaşmak üzere olduğumuz şeye inanamadım. Gözlerim doldu ve sen fark ettin bunu. Ne oldu diye sormadın bile, üstelemedin hiç. O an bile gülümsedin. Koca bir üç ay boyunca o an da dahil bir kere dahi görmedim gözyaşını. Nasıl bir güçtür ki? Hayır sadece anne olmakla ilgili olamaz bu... Bu sen olmakla ilgili... Aynı durumda birçok anne belki de kızından çok ihtiyaç duyardı teselliye, onun yanında ondan daha çok dökerdi gözyaşını. Taş olsa çatlardı kimi anlarda... Sen çatlamadın. Dönüp arkaya baktığımda içim boşuna gururla dolmuyor işte. Boşuna bu kadar şanslı hissetmiyorum kendimi sen benim annem olduğun için.

Yine başka bir an daha var. Ve yine hastanede... Cemalle son radyoterapi öncesi kontrolüne gitmişiz ve tümörün beklediğimizden fazla küçüldüğünü öğrenmişiz. Üzerimizden koca bir kayayı kaldırmışlar sanki, hafiflemişiz. Hepimizin birbirimize çok da çaktırmadan yürek çarpıntılarıyla beklediğimiz, korktuğumuz o sınavdan geçmişiz... Haberi aldıktan, doktorla kısaca sohbet ettikten ve son seansı gördükten sonra yukarı çıkıyoruz kafeye. Yüreğiniz ağzınızda çalacak telefonu beklediğinizi biliyorum hepinizin. Önce seni arıyorum tabii. Anne diyebiliyorum sadece ve 2 cm... Boğazıma diziliyor kelimeler. Ağlıyor, konuşamıyorum. Telefonu cemale uzatıyorum anlatsın diye her şeyi sana. Bakıyorum o da benimle aynı durumda. Kapatıyorum telefonu çaresiz... İşte o an ilk kez aynı anda ağlıyoruz seninle. Ancak bu mutlu anda bırakıyorsun kendini. Oysa ben yaşamım boyunca bırakıyorum kendimi senin yanında. Ve öyle rahatlatıcı öyle güven verici ki kendimi bırakmak sana... Hani o yatakta olduğum günlerden birinde gelmişti aklıma birden: “insana annesi yanındayken ölmezmiş, ölemezmiş gibi geliyor” Benim annem bana kendimi böyle hisssettiriyor işte.

Bırakiterapideyiz... Anestezinin etkisi hala üstümde. Seni içeri alıyorlar, planlama yaparken onlar. Ellerim buz kesmiş, sana söylüyorum bunu. Avcunun içine alıyorsun ellerimi. Ellerin öyle sıcak ki... Bunu söylüyorum sana. “Genelde benim de ellerim buz gibi olur hayret” diyorsun. Ama o an sıcacık işte ve ısıtıyor beni. Her şey bitiyor çıkıyoruz hastaneden. Köşedeki simitçiden bir simit alıyor ve taksiye atlıyoruz yine eve dönmek için. Annemin yanında, gezmeye çıkarılmış bir çocuğun huzuruyla yediğim o simidin tadını unutamıyorum. Ellerinin sıcaklığını unutamıyorum...

Çok çok eskilerden bir an sonra... Havuzdayız ikimiz. Yüzüyoruz öyle bir taraftan diğerine. Sonra göz göze geliyoruz. Ben bir an gülüyorum, sen de karşılık veriyorsun. Sonra nedendir bilinmez bir gülme krizine giriyoruz. Gülmekten yüzemiyoruz havuzun ortasında. İki koca kadın utanmasak boğulacağız oracıkta gülmekten. Bunu düşündükçe daha da gülesim geliyor. Zor bela kenara atıyoruz kendimizi. Yüzün kıpkırmızı olmuş yine gülmekten. Bizim anne kızlığımızın en güzel rengi o kırmızı işte. Böyle çok, böyle rahat, böyle güzel gülebilen bir annenin kızı olmak nasıl güzel...

Senin kızın olmak kolaylaştırıyor yaşamımı, renklendiriyor... Seninle konuşmadan, seninle bir şeyler paylaşmadan geçmiyor bir günüm; geçemiyor. En çok sana nazlanabiliyorum öyle kolay. Senin kızın olmanın keyfini sonuna kadar çıkarıyorum. Şimdi düşünüyorum da oğlumun hayatında senin benim yaşamımda kapladığın kadar bir yer kaplayabilirsem ne mutlu bana. Ona senin bana destek olabildiğin gibi destek olabilirsem. Onunla seninle eğlendiğim zamanlardaki gibi eğlenebilirsem...

Annem,

Direkt söylemekte fayda var, lafı çok da dolandırmadan: seni seviyorum. Seninle paylaştığım her anı seviyorum. Bunca yıl; çocukluğumu paylaştık, genç kızlığımı, kadınlığımı ve şimdi anneliğimi paylaşıyoruz seninle. Ben bu yeni yolculuğumda da hemen arka koltukta senin oturuyor olmanın rahatlığını yaşıyorum. Sevincini...

Günümüz kutlu olsun...Her günümüz mutlu...

Bugün güzel, kocaman bir öpücüğü sanki en çok benim annem hak ediyor. Uzaktan da olsa öperim. O kırmızı, o kocaman yanaklarından.

Annem benim... Dostum.

8 Mayıs 2009 Cuma

Olur da borsa işine girersen

Gözde'yle maillesirken cok komik bir hikaye geldi aklıma. Anneanneni daha yakından tanıman için anlatayım sana da. Zamanında anneannen ve yakın arkadaşı Çiçek teyze borsadan 100 liralık mı ne kağıt almışlardı. Ve sanki milyon dolarlarını borsaya bağlamışlar gibi, ne zaman bir araya gelseler cnbc-e izleyip alt yazılardan kağıtlarını takip ediyorlardı. Tatile gittiğimde ben de alışmıştım, onlarla beraber oturup i harfi gelene kadar alt yazı okuyordum. İş Bankası'na bağlamışlardı o kadar parayı :)

Bu işin sonu nasıl bitti bilmem, ama ne zaman onların televizyon karşısında gündüz vakti cnbc-e izleyen ciddi hallerini düşünsem çok gülüyorum.

Bak aklıma bir şey daha geldi; yukardaki olayı pekiştirecek. Dayın üniversite için tercih yapacağı zaman anneannen formu o kadar çok okumuştu ki özel şartları ezberlemişti. Valla. Soruyorduk 2.13.101 diye misal. Hemen başlıyordu "bu okulu tercih edenlerin bilmem nesinin bilmem ne olması için bilmem ne gerekmektedir" diye. Böyle bir şey olamaz ya... Kelimesi kelimesine söylüyordu. Barışla sorup sorup hayretler içinde kalıyor, gülmekten ölüyorduk.

Baban bunları okuduğunda eminim herkesten biraz daha farklı tebessüm edecektir. Benim neden böyle olduğumun işaretlerini yukarda gördüğü için. Nitekim örneğin ben de Paris'e gideceğim zaman neredeyse Paris emlak piyasasının kurdu olmuştum. Her lokasyondan günlük ev kiralarını biliyordum... Uçuş alternatiflerini yazdığım not defterini hele anlatmayayım hiç :)

Az önce tatil için Rodos'a gitme ihtimali olduğunu söyleyen Gözde'den şöyle bir mail aldım:

"Yalniz dostum itiraf etmeliyim ki performansın cok düşmüş, benim bildiğim hürücan şimdiye kadar bana bi rodos tur programı göndermişti bile :)))"

Ne yapayım armut dibinden uzağa düşemiyor ki istese de :)
Bakalım sen kimin dibine düşeceksin; babanın mı benim mi?

Ek: Şimdi dayını aradım bu olayı hatırlatmak için. Çok komik bir örnek verdi; yine soruyormuş böyle karışık rakamlardan. Zor olsun diye arıcılık bölümünden sormuş; pat diye cevap vermiş anneannen "Bu bölümü seçenlerin arı sokmasına alerjisinin olmaması gerekmektedir" diye. :)

7 Mayıs 2009 Perşembe

“Pamukladı mıydı kavaklar, kiraz gelir ardından”

Bugün işten sana gelirken kavak pamukları uçuşuyordu havada.
Kavaklar pamukluyor, kiraz geliyor; oğlumun ilk yazı yaşanmak için bekliyor.

Kiraz, deniz, kayısı, ilk sözler, ter, sıcak, karpuz, bir minik diş, şapka, terlik, hamak, ilk emekleme, köy, dağdan gelen sürü, yıldız dolu gökyüzü, dalından vişne...

Bu yaz biliyorum ki mutluluk vaat ediyor. Oğlumun bütün mevsimleri gibi...

Fonda Selda gencecik sesiyle türküler söylüyor, annenin içinden eşlik etmek geçiyor. Annen koynunda sen uyuyakalmak istiyor türküler söylerken. Bir yaz gününün akşamüstünde...

Sana söylemek için bir an önce ezberlemeliyim bu türküyü:

Gara dağda gar aldında ufağ ufağ mezerler

Yeddi ceset hetim hetim zap suyinde yüzerler

Hökümata arzeylesem azarlar

Ben ketumo
ben hetimo

Ben ne biçim votandaşşam, hoooyyy babooov?
….
Angara’da anayasso

Ellerinden öpiy hasso

Yap bize de iltimasso

Bu işin mümkini yoh mi, hoooyyy babooov?
….

5 Mayıs 2009 Salı

Komik bir acıklı hikaye

Geçen gün Tuncay anlattı; kuzenim Gülay ablayla halam evde oturuyorlarmış. Gülay abla halama “Teyze ben ölsem nasıl ağıt yakardın?” demiş. Halam başlamış Gülay abla için ağıt yakmaya. O kadar içten söylüyormuş ki Tuncay eve geldiğinde bunları divanda ağlaşırken bulmuş. Geçen gün de ben sana bir ninni söylerken dayanamayıp ağlamaya başladım. Sabahın köründe öyle çok ağladım ki bir süre sonra “şimdi Cemal uyanıp bu dağılmış halimi görse ne derim” diye gülmeye başladım.

Ninni de ninniydi hani...

Gelin kızlar çaydan geçek

Çay bulanık nerden içek
Bebek ölmüş kefen biçek

Nenni oğul oğul nenni yavrum yavrum

Nenni balam balam nenni bebek oy

Peki işin komik yanı ne… Ben bu ninninin sadece son iki mısrasını biliyordum ve söylediğimde ezgisinden etkilenip gözyaşı döktüm. Meğer üst mısralarda ne gözyaşları gizliymiş. Onu da youtube sayesinde gördük. Döktük…

"Baharda kuşlar gibi geldin kondun dalıma"

Küçük bey, ülkece ağladığımız bir filmden bir replik yankılanıyor arada bir beynimin içinde. Babam ve Oğlum filminde babasına “oğlumun hayatında yutkunamadığı bir yumru olmak istemiyorum” diyordu Sadık. Ya da buna benzer bir şeyler... Bu sözü düşündükçe bir yumru oturuyor boğazıma... Özelde hastalığımdan genelde anneliğimden... Bir çocuk sahibi olmanın bütün ağırlığını hissediyorum.

Hiç şüphe yok bizi borçlandırıyorsunuz yaşama karşı... Sen doğduğundan beri ölmek hakkım yok benim. Yayalara yeşil yanmadan karşıya geçme hakkım, dışarda unutulmuş yemekten bir tabak yemek hakkım, grip olmuş bir dosta sarılma hakkım...

Sen doğduğundan beri; evet veda ettim kimi özgürlüklerime, kimi anlaşmalarımı yırttım attım, kimi büyük sözlerimi yuttum. Hiç zorsunmadan hem de, bir kere bile düşünmeden...

Sen doğduğundan beri anladım, bir minik bedenin aşkıyla vazgeçiş ne kolaymış kendinden.

Seni öyle çok seviyorum işte. Kendimden çok.

1 Mayıs 2009 Cuma

Son mektup

Canım torunum Fırat,
Bu bloga yazacağım son mektubum olacak bu. Sana bir teşekkür mektubu aslında Fıratım. Annen sana hayat verdi dokuz ay karnında taşıyarak. Her gün seni sevdi seninle konuştu. Bir kitap oluşacak şekilde sana seslendi. Bilebilir miydi ki sen ona hayatı armağan edeceksin? Bilebilir miydi ki erken gelme arzunla anneni büyük bir beladan kurtaracaksın? Sana sonsuz teşekkürler canım torunum; annen sana sen annene hayat verdiniz…

Varlığın hepimizi öylesine mutlu etti ki acılara katlanmamızı kolaylaştırdın. Çok ileri yaşlarda anlayacaksın ki ilk üç ay çok zorlu günler yaşadık. Tabii ki en cefakarı annendi. Sana teşekkürlerimin yanında annene de teşekkür ediyorum; hayata dört elle sarılıp senin sevginle bu hastalığı yenme çabası gösterdiği için; acılara zorluklara direnip “bu bir süreçtir geçecek” diyerek hayata sımsıkı sarıldığı için; sevgili annene canım kızıma sonsuz teşekkürler ediyorum.

Fıratım izin verirsen birçok kişiye senin aracılığınla teşekkür etmek istiyorum. En başta anneni ve beni bir an olsun yalnız bırakmayan hele hele benim kaprislerime ağlamalarıma katlanan sevgili müzimize [müzeyyen teyze] teşekkür ediyorum. Her şeyin başında sonunda “müzeyyen” diye seslenmelerime katlandığı için de teşekkür ediyorum. Babana teşekkür ediyorum; mükemmel bir baba ve eş olduğu için… Cemal dedene, ozan ve barış dayılarına teşekkür ediyorum korkularını, acılarını sessizce içlerinde yaşadıkları için. Gülçin yengene teşekkür ediyorum annene adaklar adadığı için ve uğur teyzene her gün anneanneni arayarak teselli ettiği ve ağlamalarına katlandığı için sonsuz teşekkürler. Sabahın köründe balkona çıkıp ellerini gökyüzüne açarak annen için dua eden Gülay teyzene teşekkür ediyorum. Telefonla ya da gelerek bize moral veren tüm dost, arkadaş ve akrabalara teşekkür ediyorum. Son teşekkürüm hiç tanımadığım birine annenin gözlerindeki hüzne dayanamayıp, kendimi dışarıya attığım günlerde oturduğum bir cafede sessizce ağlarken bana mendil uzatan garsona sonsuz teşekkürler ediyorum.

Çok şükür bugünlere; çok şükür kızımın senin her gülüşünde gözleri parlıyor. Senin kahkahaların içimizi ısıtıyor… İyi ki doğdun Fıratım en güzel anneler gününü yaşatacaksın bu yıl annene. Annenin başka hediye almasına hiç gerek yok birtanem en büyük en muhteşem en güzel armağan sensin ona…

ANNELER GÜNÜMÜZ KUTLU OLSUN

Üstündeymişik yeşilmişik

Yeşil bir koltuğumuz var. Eve ilk geldiğinde önce onun üstünde konakladın. İlk ağıtını bu koltuğun üstünde yaktın, ilk gülücüğünü bu koltuğun üstünde attın. Her tarafına salyan bulaştı bu koltuğun, dört bir yanına kustun sonra... Anneannenle başbaşa verip, 2 ay boyunca bu koltukta uyudun geceleri mışıl mışıl... Arada bir çişinle lekeledin. İlk kez bu koltukta yana döndün, başını kaldırdın. Gece beslenmeleri için bu koltuğa geldik seninle... Ana oğul bu koltukta bakıştık sen beslenirken ve ben senin varlığının mutluluğuyla ilk kez bu koltuğun üzerinde akıttım gözyaşlarımı... Neredeyse bütün fotoğrafların videoların bu koltuğun üzerinde çekildi.

Yeşil koltuk senden önce sadece bir yeşil koltuktu, şimdi her yanına sen sinmiş bir değerli eşya... Anneler hatıra olsun diye bebeklerinin bir şeylerini saklarlar ya, işte ben mümkünse bu koltuğu saklamak istiyorum senin için. Biraz irice bir hatıra nesnesi ama ne yapalım ne bir tulum ne bir ayakkabı; bebekliğinin en önemli tanığı, nesnesi bu koltuk...

Olur da ilerde “karın olacak o kadın” bu eski yeşil koltuğu atmaya kalkarsa; sen hemen bu yazıyı okut ona yavrum. Baktın olmuyor bu koltuğun ne kadar önemli olduğunu anlamıyor, koltuğunu da al dön yuvana he hehe.

17 Nisan 2009 Cuma

"Anneyim ben yaaa"

Geçtiğimiz gün taksiyle hastaneye gidiyordum. Yolu yarılamıştık ki taksici "delikanlı hangi okuldasın" dedi. Kısacık saçlarım, sırt çantam yanıltmıştı adamı... Şaşırdım ve ne diyorsunuz der gibi adama bakmaya başladım. Arkasına dönüp "hangi okuldasın delikanlı?" diye tekrarladı. Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Ağzımdan gayri ihtiyari şu kelimeler döküldü: "Anneyim ben yaaa". Sonra hastaneye varana kadar güldüm. Adam yol boyunca "yaşını çok iyi şaklamışsın" deyip durdu, ben şaklamışsının saklamışsın olduğunu ancak inmeme yakın anladım. Hiç bu kadar neşeli bir taksi yolculuğu yapmamıştım.

Bu arada gördüğün gibi artık kadınlığımın da büyümüşlüğümün de simgesi olmuş annelik... Alışmışım bu yeni kimliğime... Geceleri senin mırıltılarınla uyumaya ve sen gözünü açtığında uyanmaya alıştığım gibi. Eee ne de olsa "anneyim ben yaaa".

8 Nisan 2009 Çarşamba

Bir berber bir berbere...

Sana daha önce de yazmıştım değil mi; işini bir tür aşkla yapan insanlara duyduğum sevgiyi… Maalesef Adana’da saçımı kestirmek istediğimde yolum bu insanlardan biriyle kesişmedi önce. Kapısını çaldığım kuaför abi, saçımı “lise müdürü sinirlenmiş de ara ara makas atmış” modelinde kesti. Mecburen ikinci bir kuaföre gitmek zorunda kaldım. Fakat bu kuaför saçımın çok kısa olması nedeniyle düzeltemeyeceğini ve erkek berberi saçı olduğunu söyledi. Ben de haliyle “e o zaman bir berbere gideyim” dedim. Berber koltuğuna oturduğumda gözüm öndeki lavabodaydı hep, kesim bittiğinde adamın kafamı oraya eğip yıkaması ihtimaliyle heyecanlanıyordum. Bu abi işini aşkla mı yapıyordu bilmiyorum ama saçımı keserken makasla tarağı birbirine vurarak çıkardığı sesler bende adama karşı bir tür sempati oluşturmuştu. Daha sonra babana bunu söylediğimde berberlerin çoğunun bu sesi çıkardığını söyledi. Ne güzel şıkırtılı bir saç kesme seansı… Artık bu nameleri ancak senin saçını kestirmek için berbere gittiğimizde dinleyeceğim. Yalnız Gözde’ye sözüm var bir süre saç kestirmek yok sana…

Berberden çıktığımda, artık tam bir oğlan çocuğuydum. Saçlarım yarım santime kadar kısaltılmış, ensem bir güzel tıraş edilmişti. Burun kıllarımı yaktırmadan, losyon sürünmeden oradan ayrıldığım için kendimi şanslı sayıyordum.

Neyse eve geldiğimde babana bu yeni halimin fotoğraflarını gönderdim. Baban çok beğendiğini, pek de yakışmış olduğunu söyledi. Şimdi oğul söyler misin bana, bu her şart altında anneni beğenen ve yaşadığı abuk olayları her defasında sadece gülerek karşılayan adamın karısı olmak dünyanın en güzel şeyi değildir de nedir…

Çok özledim, çoook…

Babamın seni sevişi

Babam yani senin deden öyle güzel seviyor ki seni… Sevgisini ancak uzaktan hissettiren bu adamın torunlarıyla arasındaki bütün sınırları kaldırmış olması; torununun peşinden kaydırağa çıkması örneğin veya zaman ve mekan fark etmeden her an torununun elinden tutup bakkala gitmeye hazır olması şaşırtıyor beni. Mutlu ediyor.

Sabahları onun sana olan sevgi sesleriyle uyanıyorum. Oturma odasının kapısından seni sevmek için uzatıyor kafasını. Kucağında sen ona gülümserken şen kahkahalar atıyor. Ve kızıyor bize klima eğer doğrudan yüzüne üflüyorsa sıcak havayı.

Tüm bunlar olurken içimi tuhaf bir mahcubiyet kaplıyor. Babamın seni böyle coşkulu sevişi sanki bir tür sır gibi geliyor bana. Babaların yeni yönlerini keşfetmek utandırıyor demek insanı. Ama en çok da ölesiye sevindiriyor.

Sanki babam seni her öptüğünde beni de öpüyor.
Seni severken beni de seviyor…

21 Mart 2009 Cumartesi

Yine sen

Seni izliyorum. Uyuyorsun...

Ellerini iki yana açmışsın
-Yüz kere daha görsem yine dayanamayıp minicik öpeceğim.-
Dudakların yarı aralık ve afacan şekilde büzüşmüş
-Yüz kere daha görsem yine “hadi bir an önce uyan da sarılayım” diye geçireceğim içimden...-
Poponu havaya dikmişsin
-Yüz kere daha görsem yine aynı şekilde gülümseyeceğim.-

Yine uyu
Yine gül
Yine bak bana
Yüzlerce kere daha seveyim seni
Yüzlerce kere daha “iyi ki” diyeyim
“İyi ki annesiyim Fırat’ın.”

10 Mart 2009 Salı

Damarımdaki kan

A'yı abin aldı
B'yi sana verdim
Pozitifi bende kaldı.

3 Mart 2009 Salı

Babanın elleri

Kocaman, hünerli elleri babanın... Senin, benim, abinin yaşamını kolaylaştıran eller. Sonra kalem tutan yaratıcı eller. Gurur duyduran. Yanağımızı okşayan, kalbi olan...

Tuttu mu ellerimden gözlerimi kapattıran elleri babanın... Gözlerimi kapattırıp her yere götürebilecek beni.

Avuçları içinde kaybolduğum eller... Geçmişinden nice izler taşıyan yaralı ve anlamlı eller. İş gören, seven, her daim sıcak...

Babanın elleri teslimiyetim...

2 Mart 2009 Pazartesi

İki güzel ay

Fıratım,

İki ayını doldurmak üzeresin. İki ayda yanakların şirin bir buldog yavrusu gibi çenenden sarktı. Yüz üstü uyurken kafanı koca adamlar gibi bir o yana bir bu yana çevirmeye başladın. Ve sosyalleşmeye... Yalnız kaldığında şımarık şımarık ağlamaya.

İki ayda boğum boğum oldu bacakların. Gözlerimizin ta içine bakmaya başladın. Gülmeye... Her biri kahkahalarla karşılanan minik gülümsemeler. Sonra geceleri daha çok uyumaya başladın. Dönencenin müziğini pür dikkat dinlemeye...

İki ayda sen daha çok Fırat oldun, ben daha çok anne.

Ve ben bir çiçeğin büyümesini hızlı çekimde seyreder gibi tanıklık ettim bir mucizeye.

İki ay iki gün gibi geçti... Hayatın yeniden, yenilenerek ve her türlü zorluğun üstesinden gelinerek başladığı iki gün...

25 Şubat 2009 Çarşamba

Bir küfürbaz tatlı adam

Dedemi anlatmadım sana henüz değil mi? Mutlaka tanımalısın oysa onu. Yıllar önce yazmıştım... Büyükdeden İsmail'i takdimimdir.

"Lise yıllarımdı... Dedem geçiçi bir süre için köyden gelmiş ve bizde kalıyordu. Babaannemin ismini taşıdığım için ne yapsam hoşgörüyor, aileye karşı koruyor; beni sanki ayrı bir seviyordu... Dedem sürekli köyünü özlüyordu ve ben mutlu olacağını bildigim için hep o günleri soruyordum ona:

- Dede neleriniz vardı köyde?
- Uuu her bir şeyimiz vardı. İneğimiz, eşeğimiz tavuklarımız. Tavuklar künde yumurtlardı künde yumurtlardı. 10 baş koyunum vardı. Hepsini sattım iki tane güzel inek aldım.

Dedem malına mülküne çok düşkün bir adamdı. Şehirde tanıştığı kulakçöplerini bile eğer yeteri kadar kirlenmemişlerse peçeteye sarıp saklardı. bir gün elinde bir sürü çiviyle gelmişti eve: “bunlari su inşaatin oraya atmışlar yazık!” diye söyleniyordu. bir şey diyemez, bir köşeye kaldırırdık.

Köyde vişne ağaçları vardı dedemin. İlle de ille bize saklardı o en güzel vişneleri. Köyün çocukları ve hatta bazen diğer torunlarıyla kavga eder korurdu agaçları biz gelene kadar. Köy biraz da dedemin bize sakladiği o vişne ağaçlarıyla, arkamızdan ışığı kapatmadığımız için ettiği küfürlerle güzeldi.

Her zamanki gezilerinden birinin dönüşünde kapıda kollarıma yığıldı. Eve gelen doktor bütün iç organlarının iflas etmiş olduğunu hastaneye yatmasının şart olduğunu söyledi. Ne yaptıysak ikna edemedik dedemi hastaneye yatmaya. Boşa para diyor ve ille de ille köye dönmek istiyordu. Dedemi halamla birlikte köydeki evine gönderdi babam.

Ölmedi. “Hastaneye yatmazsa 2 ay içinde ölür” diyen doktoru mahcup etti. Tam üç yıl daha yaşadı köyünde. Köyde olmasının verdiği mutluluk onu üç yıl daha yaşatmıştı.

Ölmeden önce babamı görmek istedi, "ben ölürüm oğlum gelsin" dedi. Babam köye vardığında dedem yaşıyordu, onu beklemiş gibi iki saat sonra öldü. Köylüydü, dirençliydi, tutumluydu, duyguluydu, küfürbazdı... Dedemdi..."

20 Şubat 2009 Cuma

Yuva...

Nasıl oluyor da Adana’ya her gittiğimde aradan geçen onca yıla; İstanbulda kurduğum yaşama rağmen kendimi evime dönmüş gibi hissedebiliyorum hala? Nasıl oluyor da hala salondaki koltuğa uzandığım anda, evin küçük kızı oluveriyorum birden? Nasıl oluyor da her şey hızla değişirken annemle babam hiç değişmiyor veya apartman görevlisi Ali abi...

Nasıl sürüyor bu sıcaklık, bu güven?

Yuva...

İnsanın yaşamı boyunca hep iki yuvası oluyor işte böyle. Mekan, şehir, ev ve eşyalar istediği kadar değişsin; anne ve babanın nefes aldığı her yer yuvaya dönüşüveriyor.

Sen de yıllar geçip de kapımızı çaldığında; hatta daha güzeli anahtarınla açıp içeri daldığında bu güzel hislerle dolarsın umarım. Umarım hep bir yuva sunabiliriz sana babanla... Ve sen salonumuzdaki o koltuğa ayaklarını uzattığında, yaşın kaç olursa olsun bizim yavrumuz olmanın mutlululuğunu, huzurunu yaşarsın. Biraz şımarıklık yapma hakkını her zaman saklı tutarak... Bizim seni, kazık kadar herif olduğunda bile mıncıklayıp, öpme hakkımızın saklı olduğunu da unutmayarak ama...

15 Şubat 2009 Pazar

Adak

Adakların hep beni hüzünlendiren bir tarafı var. Yoğun bir isteğin kimi zaman biraz çaresizliğin gölgesinde bir vaat; adak. Bir çeşit umut etme... Cezbedici de. Köşeye sıkıştığında hemen sığınmak istiyor insan. Annen bu aralar annesine, annesi ise işte bu rahatlatıcı adaklara sığındı.

Anneannen hastalığımı öğrendiği günden beri sürekli yeni adaklar adıyor... Gün itibariyle adak sayısı sekizdi... Neler yok ki adaklar arasında; çocuklara dağıtılacak bir kilo çikolata, Avcılar’da ve Adana’da kesilip dağıtılacak birer adet kurbanlık koyun, Züleyha Teyze’ye ve onun bir tanıdığına alınacak birer hırka, Müzü’ye bir adet saç düzleştirici ve bence en şekeri saçım dökülmezse Uğur ve Gülay Teyze’ye kuaför sefası... Herhangi bir ihtiyacı olan bu aralar anneannene yanaşmalı... Hayır bu kadar adağı bırakıp Adana’ya kaçmasından korkuyorum; Adak alacaklıları kapımıza dayanırsa yandık.

Bu furyadan daha fazla uzak kalamayıp ben de bir adak adayacağım şimdi. Nisan ayında o güzel haberi aldığımızda bu blogun tüm katılımcılarını baban araba tutup pikniğe götürecek.

İşte bu da böyle bir adağımdı. Ne derler bilirsin “baban sağolsun”.

Aslında böyle başkası adına olabildiğini varsayarak, birkaç tane de dedene mi adak fatura etsem :)

13 Şubat 2009 Cuma

Baharı beklerken...

Hadi gel bugün biraz zor şeylerden konuşalım seninle; ama sonunu güzel bağlayacağımıza söz vererek... Annen bu bloğu doğumun hemen ertesinde senin doğumuna dair hislerini yazıp kapatmayı düşünüyordu. Derken kötü bir haber aldı ve hayatında ilk kez kendi ölümünü düşündü. Öyle uzaktı ki o güne kadar bu fikre; ya baban bir gün metro çıkışında bombalı bir saldırıya denk gelirse diye gözyaşı döktü de bunu aklının ucundan bile geçirmedi. Peki neden?

Çünkü annen –belki biraz da ölümden sonra yaşama inanmamanın rahatlığından- kendi ölümünün kendisi için anlamsızlığını bildi. Ama sevdiklerini kaybetmenin acısını bir ömür boyu taşımanın ağırlığından korktu hep... Ve sonra işte o kötü haberi aldığı gün bir başka korku yerleşti kalbine... Sizleri yalnız bırakmanın korkusu. Kendini size haksızlık yapıyormuş gibi hissetti. Babanın yalnız geçireceği gecelerin üzüntüsünü hissetti, ailesinin yaşayacağı acıyı, dostlarının gözyaşlarını. Biraz deliliğinden biraz aşkından; önce babanın bir an önce yeniden aşık olup mutlu olması için çareler düşündü, sonra “onunla ben yaşlanmalıydım” diye gözyaşı döktü.

Seni düşündüğünde ise ilk aklına gelen ne kadar şanslı olduğuydu. Çünkü baban yanında olduğu sürece senin çok mutlu, çok sağlıklı bir delikanlı olacağından o kadar emindi ki... Bu eşine az rastlanır güven için minnet duydu babana ve bir kere daha sevdi onu. Annen işte eninde sonunda yine dönüp dolaşıp babanı sevecek bir şeyler buluyor görüyorsun.

Günler geçti tabii; o ilk şoklar atlatıldı, istatistiklerle barışıldı, umut yeşertildi. Annen şimdi bu bloğu son bir yazıyla değil bir fotoğrafla kapatmak istiyor. Güzel haberleri aldıktan sonra çekilmiş bir fotoğraf... Güneşli bir günde çekilmiş... Parkta, çiçek açmış bir ağacın önünde. Kucağında sen. Baban deklanşöre tam da birbirimize gülerken basmış.

Senin, benim, baharın, yaşamın, mutluluğun fotoğrafı.
Hiç solmayacak...

9 Şubat 2009 Pazartesi

Geldiğinde...

Oğlum, sanmıştım ki sen doğduğunda bir annelik haresiyle sarmalanacağım. Sanmıştım ki bir anda bütün dünyam sen olacaksın ve sanmıştım ki senin doğduğun o an seninle aramızda onlarca yıldır bir aradaymışız gibi, birbirimiz için varız gibi bir sevgi olacak. Ve yine sanmıştım ki senin kokunla sarhoş olacağım... Yanılmışım. Anne olmak o kadar kolay değilmiş meğer. Filmlerdekine veya anlatılanlara benzemezmiş işin iç yüzü... Ya da benim için öyle olmadı diyelim. Peki bu kötü bir şey mi? Elbette hayır. Dinle.

Sen karnımdayken ilk aylarda tutuk bir ilişkimiz vardı seninle. Sabahları çekinceli bir günaydınım vardı sana; elim belirli belirsiz dolaşırdı karnımda. Sonra aylar geçti, geçtikçe yeni bir dil kurdum seninle, yeni bir dünyaya girdim, o dünyadaki her şeyi adım adım çok severek... Artık seninle konuşmadan, seni sevmeden bir anım geçmez oldu. Senin doğduğun güne kadar sürdü bu. Doğduğun gün biraz hayal kırıklığıyla fark ettim ki şimdi her şeye yeniden başlamak gerekiyordu. 9 ayın devamı gibi yaşanmadı ilk günün.

Kucağımdaki ilk anında tanıştık ilk kez. Biraz yabancı, biraz tutuk öptüm seni. Sonra seni izledim hep, bu yeni duruma alışmaya çalıştım. Karnımdaki Fırat’la karşımdaki Fırat arasında bir bağ kurmaktan çabuk vazgeçtim, işe yaramayacağını bildiğimden.

Saatler geçti ve sonra günler... Ben her saat ve her gün seni sevecek yeni şeyler keşfettim. Esnerken yüzünü yukarı bir çevirişin vardı örneğin çok kendine has; onu sevdim. Sütünü emerken sonlara doğru inleyişini, ağlamadan az önceki miyavlar gibi seslerini, ilk göz göze gelişimizi ve senin gözlerini hiç kaçırmadan bana bakışını... Kimi zaman gözün açık öyle sakince etrafını izleyerek yatışını... Sen gazını çıkardığında hissetiğim rahatlamayı... Ve elbet böyle yakışıklı bir oğlan oluşunu...

Evet annen varlığınla sarhoş olmadı, bir anda (ve bir bakıma hala) kendini “anne” gibi hissedemedi, çokça bahsedilen o büyüleyici süt kokusunu alamadı senden ama hep bildi. Bildi ki ilmek ilmek, emek emek örülecek bu sevgi de diğerleri gibi. Bildi ki babanı sevdiği gibi seni de çoğalan duygularla ve her geçen gün artan bir hazla sevecek. Bildi ki bu da bir arkadaşlık nihayetinde. Biraz tanışıklıkla büyüyen. Ve bildi ki anneliği küçük arkadaşından öğrenecek; biraz sabır ve çokça mutlulukla...

Yeni bir yolculuk başladı işte, 9 ayın sonunda...
Merhaba küçük yol arkadaşım!
Merhaba oğlum!
Sana eşlik etmek ne güzel...

14 Ocak 2009 Çarşamba

Su

Su Fırat'tır
Fırat ise su
Su yaşamsaldır
Su yaşatandır

8 Ocak 2009 Perşembe

Bayramımız Olsun Bugün!


8 Ocak 2009, saat 16:15...

Fırat Özken dünyaya geldi.

O kadar mutluyuz ki...

7 Ocak 2009 Çarşamba

Hazırlıklar tamam

Doğum çantamı hazırlayıp hazırlamadığımı soranlara gülüyoruz babanla. Çünkü çantamı neredeyse yedinci ayın başında hazırlamıştım bile. Ki bu tarihlerde buhar makineni bile almıştık. Yalnız bu çantanın gelişimi durmadı. En temel şeyleri çoktan koymuş olmama rağmen bir türlü kapanmıyor fermuarı çantanın. Habire bir şeyler ekliyorum. En sonunda geçen gün fotoğraf makinesini de koydum, şimdi gözümü bilgisayara diktim. Abinden aşırıp onu da koydum mu içim rahatlayacak. Tam teşekküllü bir hastane çantasıyla bekliyorum seni...

Hazırlıklarımızdan biri de bebek şekerleriydi. Marjinal tatlı bir jest yaptı ve senin için minik güzel çubuklarda şekerler gönderdi. Sadece onlar mı; kapı süsleri, resim çerçevesi. Seninle yaşamımıza giren, mavi ve tatlı şeyler... Fazladan gelen çubuklar için dün de abinle (abinin nüfusunu kullanarak) pastaneden yeni badem şekerleri aldık ve akşama kadar onları jelatinleyip kurdaleledik. Pek güzel oldu her şey... Asuman teyzeye bizi düşündüğü için ve diğer teyzelere bu güzellikleri hazırladıkları için teşekkür edelim bu vesileyle...

Bugün son olarak senin için birkaç parça daha şey alıp hazırlanma defterini sanırım kapatacağım. Alışveriş listemde; bir uyku tulumu, bir iki parça kalınca pantalon ve minik minik atlet tarzı bodyler var. Bir de belki minik şirin bir ayakkabı. Senin için alışveriş yapmak benim için de kredi kartımızın bağlı bulunduğu banka için de büyük keyif...

Sözün özü Fırat Bey, hazırlıklar tamam. Baban da ben de iyileştik. Çantamızı kapıya yakın yere koyduk. İhtiyaçlarını çoktan tamamladık. Herman'ın vereceği tarihi beklemek zorunda değilsin, istediğin zaman çık gel. 

İki büyük yuvarlak

Doktora her gittiğimizde iki yuvarlak görüyoruz. Bunlardan biri kafan diğeri göbeğin... Her seferinde bir umut başka bir şeyler de seçebiliriz diye baksak da nafile. İki yuvarlağın ölçümü yapılıyor ve tamamdır. Son yuvarlak ölçümlerine göre 3945 gramsın. Prensip sahibi doktorumuz sen tam 4000 gram olmadan gün vermemeye kararlı. Bu yüzden cuma günü için tekrar çağırdı ve artık doğum gününü de o gün kararlaştıracağımızı söyledi. 

Doğumgünün hala evde bir tartışma konusu. Ben cumartesi günü için Herman'ı ikna etmek istesem de baban bir sonraki cumartesi gününe bırakmak konusunda çok ısrarlı. Sen bir saat bile daha fazla kalsan karnımda baban bunu kar sayıyor. Zübeyde halan ise konuya farklı bir açıdan yaklaşıyor ve 13'ünün uğursuz olduğunu ya bir gün önce ya bir gün sonra doğumun olması için ısrar ediyor.

Neyse ki dananın çokça çekilen kuyruğu iki gün sonra kopacak. Şimdilik görünen o ki en geç salı günü kollarımızdasın. O iki koca yuvarlakla tanışacağımız güne kadar uyumayı isterdim.

3 Ocak 2009 Cumartesi

O yanımdayken

Babanla birlikteyken korkmama hallerimden ikisini hatırladım şimdi sana yazınca. Birkaç sene önce çok kar yağmıştı ve neredeyse İstanbul'un her parkı, yokuşlu her sokağı kayak merkezine dönmüştü. Tuncay, Barış Dayın buldukları yokuşlarda kayıp eğleniyorlardı. Bense çok istememe rağmen bir türlü cesaret edemiyor, sadece gıptayla onları izliyordum. Birkaç gün sonra babanla buluştuk ve parka gittik. Çok dik bir yokuştan aşağı kaymaya karar verdi baban ve Barış Dayın. Baban çabucak bir leğen parçası buldu ve "hadi" dedi bana. Bir an bile düşünmeden geçtim arkasına. Baban yanımdaydı ya...

Sonra bir başka gün... Muko dedeni bir hastaneden diğerine naklediyorduk. Ambulansın önünde babanın yanında oturuyordum. Ambulans o kadar hızlı gidiyordu ki tamam dedim kesin başımıza bir iş gelecek. Sonra babanın elini tuttum ve ne olacaksa olabilir diye geçirdim içimden. O yanımdaydı. Tuhaf bir huzurla doldum.

Bu tarz bir güven ilişkisini, sevgiyi sana da yaşatabiliriz umarım ve umarım sen de yanındayken kendini böyle bırakabildiğin, böyle huzur duyabildiğin aşklar yaşarsın, dostlar edinirsin.

Yalnız karda kaymak için arkasına geçecek birini beklemeni de istememem benim gibi. Kay gitsin işte, en fazla bir yerini kırar, evde birkaç hafta yatarsın. Biz de babanla seni bol bol şımartırız bu süre içinde. Yaşamın keyfini çıkarmak için biraz da cesaret gerekiyor. Benim gibi potansiyel evhamlı bir anneye inat. 

Yıllar sonra ilk kez

Babanla bir ilki yaşıyoruz. Kendisi yılda bir kere hasta olur ya da olmaz; ki genelde de çok hafif atlatır hastalıkları. Bense en az üç dört kez yaşarım özellikle kış hastalıklarını. Bu kez ikimiz de aynı anda hastalandık. Üstelik baban da benimle yarışacak derecede hasta. İşin tek kötü yanı bu kez tadını çıkara çıkara bakamıyorum ona ben de iyi olmadığım için. Normalde en ufak bir rahatsızlığını fırsat bilip çorbalarla, sütlerle ve onun tüm muhalefetine rağmen ilaçlarla kürler uyguluyorum. İlaçlara karşı olduğuna bakma, içmemek için direnir direnir sonra içmeye ikna olunca da iki tane ister. Sanırım ilaç içmeye değil tek bir ilaç içmeye karşı baban...

Yaşlandığımızda da hayat bugünkü gibi geçecek işte. O bir yerde yatacak ben onun bir yerine kafamı koyup yatacağım. Ben süte bal koymakta ısrar edeceğim baban bunun gereksizliğinden bahsedip huysuzlanacak. Sonunda sütü sade içip, üstüne bir kaşık bal yemesi konusunda anlaşacağız en kötü ihtimalle. Bir şekilde hep anlaşacağız, hep bir noktada buluşacağız. 

Babanla yaşlanmak da hastalanmak da korkutmuyor beni. 

Not: Biz böyle hastayken gelmezsin değil mi?

2 Ocak 2009 Cuma

Bir başka bahara kaldı vuslat

Canım benim, sana erkenden kavuşmanın hayaliyle gitmiştim Herman'a ama maalesef hayal kırıklığıyla geri döndüm. Sen 5 kilo da olsan 13 ocak gelmeden bir operasyon yapmayacağını söyledi çünkü. Beklenen doğum tarihine on gün kala olurmuş bu işler. Baban çok sevindi bu işe çünkü hep senin karnımda daha çok kalmanı, gerektiği zamanda gerektiği gibi gelmeni istiyordu. Ki sanırım normal olan da onun bu isteğiydi. 

Bu aralar fazlaca sancılar oluyor karnımda ve ben senin gelişinin yaklaştığını hissediyorum tüm "normal" beklentilere inat. Ve heyecanım her geçen gün biraz daha artıyor. Her sabah sana biraz daha yaklaşmış olarak uyanıyorum.

Kısa bir süre sonra uyanmalarımdan birinde tam karşımdaki karyolada seni mışıl mışıl uyurken göreceğimi hayal ediyorum.

2009 yılı en güzel uyanmaların, en yumuşak öpüşlerin yılı olacak. Gerçekten yeni ve gerçekten mutlu bir yıl bekliyor bizi...