Bu sabah uyandığında seni alıp içeri odaya götürdüm. Yere açtığımız minderin üstüne bıraktım. Kıpırdana kıpırdana kenara kadar geldin. Düştün düşeceksin... "Dur bakayım" dedim "düşsün bir ne olacak". Nasıl olsa 15-20 cmdi hepi topu. Ama o da ne düşer düşmez kopardın yaygarayı, ağladıkça ağladın. Bir yandan üzüldüm sen böyle çok ağladığın için; bir yandan da gözünde ilk kez bir damla yaş gördüğüm için sevindim. Müzi kızdı bana "çocuk deneme tahtası mı?" diye... Aslında biraz öyle bence... Deneye ve (umarım azıcık) yanıla yanıla öğreneceğiz bazı şeyleri. Koltuğun taa kenarına kadar gidip bir kerecik düşmezsen böyle bir şeyin varlığından nasıl haberdar olacaksın. Düşmelisin ama bizim desteğimizle veya kendi kendine hep kalkmalısın. Tabii bir de mümkünse aynı koltuğun kenarından on kere düşüp, kafanı gözünü yarmamalısın.
Bence yaşamın boyunca düşmemeye oynama, düştüğün zaman kalkabilmeye oyna. Daha kazançlı çıkarsın sanki... Öyle ya da böyle düşmemek mümkün olmadığına göre.
Her zaman yapamayız -ve yapmamalıyız da belki- ama sen düştüğünde ne zaman istersen at kendini kollarımıza. Ağla, sinirlen, iç çek... Biz de seninle ağlarız, sinirleniriz, iç çekeriz. Ve sonra hep beraber ayağa kalkıp en yakın tatlıcıya pasta yemeye gideriz.
Nitekim sıkı sıkı sarılıp, üstüne bir dilim pasta yedikten sonra bütün düşmeler vız gelir tırıs gider.
15 Temmuz 2009 Çarşamba
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder