29 Ağustos 2008 Cuma

iyiyim ben.

buraya nasıl yazı yazılıyordu ya. haa tamam oldu. yazdım şimdi. ben iyiyim fırat beni merak etme.

İşte o şiir

ŞİMDİ SEVİŞME VAKTİ

çıplak heykeller yapmalıyım,
çırılçıplak heykeller
nefis rüyalarınız için
ey önünden geçen ak sakallı kasketli,
yırtık mintanından adaleleri gözüken
dilenci
sana önce
şiirlerin tadını
aşkların tadını
kitaplardan tattırmalıyım
resimlerden duyurmalıyım, resimlerden...

şu oğlan çocuğuna bak
fırça sallıyor
kokmuş manifaturacının ayağına
dörtyüzbin tekliğinden
on kuruş verecek

seni satmam çocuğum
dörtyüzbin tekliğe,
ne güzel kaslarin var
ne güzel bileklerin
hele ne ellerin var, ne ellerin.

söylemeliyim,
yok
yok... meydanlarda bağırmalıyım.
bu küçük
güllerin buram buram tüttüğü
anadolu şehri kahvesinde
kiraz mevsiminin
sevişme vakti olduğunu.

resimler seyrettirmeli, şiirler okutturmalıyım
baygınlık getiren şiirler
kiraz mevsimi, kiraz
küfelerle dolu pazar.
zambaklar geçiriyor bir kadın.
bir kadın bir bakraç yoğurt götürüyor
sallıyor boyacı çocuğu fırçasını
belediye kahvesinde hâlâ o eski, o yalancı
o biçimsiz bizans şarkısı.

sana nasıl bulsam, nasıl bilsem,
nasıl etsem nasıl yapsam da
meydanlarda bağırsam
sokak başlarında sazımı çalsam
anlatsam şu kiraz mevsiminin
para kazanmak mevsimi değil
sevişme vakti olduğunu...

bir kere duyursam hele güzelliğini, tadını,
sonra oturup hüngür hüngür ağlasam
boş geçirdiğim, bağırmadığım sustuğum günlere
mezarımda bu güzel, uzun kaşlı boyacı çocuğunun
oğlu bir şiir okusa
karacaoğlan'dan
orhan veli'den
yunus'tan, yunus'tan...

Sait Faik Abasıyanık

kiraz mevsimi

Fırat bebek ne zamandır ben de sana yazmak istiyordum ama bir türlü fırsat bulup toparlayamadım. İşte başlıyorum... Annenle yogun çalıştığımız günlerden birinde, sabah olmus ve biz hala çalışıyorken saat sabahın 6’sıyken bizi sacma birsey yüzünden gülme tuttu. Yaklaşık 2 saat boyunca güldük. Artık niye güldüğümüzü unutup kendimize, birbirimize gülmeye devam ettik. Sabah 8’de biri geldi hatırlamıyorum şimdi kim olduğunu. O geldiğinde biz hala gülüyorduk ve sorduğunda ona anlatamıyorduk gülmekten. Hayatım boyunca belki de o kadar uzun süre güldüğümü hatırlamıyorum. 

Ve yine annenle yoğun çalıştığımız günlerden birinde, mevsim baharken, dışarda, kırlarda deniz kenarında gezmek varken içimiz kıpır kıpırken, annenle aşagıda markete indik. Annen şöyle kocaman kocaman taneleri olan bir sürü kiraz aldı. Ben de üzerimize alınıp yukarıda güzel güzel yeriz diye düsünürken; Annen yazıcıdan "Kiraz mevsimi" şiirinin çıktısını aldı ve aldığı kirazı Cemal’e göndereceğini söyledi. Babanı düşündüm. Şanslıydı. Hürücan’ın sevgilisi olmak vardı ne güzeldi... Ben bu anektodu şu anda çalıştığım yerde bi arkadaşıma anlattım ve sonra dönüp annenin bloğunu açtım. Tıkladığım ilk yazıda annenin unutamadıklarını sıraladığı maddelerden birinde vardı bu. Yıllar sonra aklıma gelmişti ve yıllar sonra annen senin için yazmıştı.

Büyüyor musun?

Hareketlerini çoğu zaman hissedemiyorum diye zaten endişelenip duruyordum; bir de bugün tartıya çıktığımda yarım kilo verdiğimi görünce iyice moralim bozuldu. Bugün 20. haftana girdin ve ben ilk günden bugüne sadece 1.5 kilo aldım. Yetiyor mu sana bu gerçekten... Hadi kilo almamayı anladım ama vermek de neyin nesi? Sanırım generalle olan randevumuzu biraz erkene almayı konuşacağım ya da önümüzdeki hafta yine bir başka doktorla aldatacağım onu. Sağlıklı, tombul bir bebek olduğunu öğrenmeden içim rahatlamayacak...

Bir uzmanın konuşmasını dinlemiştim yıllar önce. Yeni doğum yapmış anneler incelendiğinde hepsinin ortak bir duyguyu yoğun olarak yaşadıkları görülmüş: kaygı. Sanırım hamilelik dönemi için de geçerli bu... İlk önce kesesi düzgün mü kaygısı, sonra "kalbini duyacak mıyız?", "ilk üç ayda bir şey olur mu?", "tüm organları sapasağlam oluştu mu?", "kromozom vb riskler var mı?", "yeterince kilo alıyor mu?", "hareket edecek mi?", "hareketleri azaldı mı?", "ya erken gelmeye kalkarsa" ve daha neler neler.

Neyse ki tüm bu kaygıların, iniş çıkışlı duyguların, kolayca akan gözyaşlarının, hemencecik öfkelenmelerin tam karşısında ve tüm bunlardan daha heybetli duran bir duygu var: mutluluk.

Seninle geçen yaşamımızda biliyorum ki mutluluk her zaman diğer duyguların 1-0 önünde olacak. Bu da sanırım her şeyi katlanılır kılan şey. Ve elbet bu mutluluğun kaynağında sana duyduğumuz büyük sevgi var.

Not: İş yerinden yazmayı artık bırakmalıyım. Kaçamak gözyaşı dökmek gerçekten de çok çok  zor. Üstelik bir soran olursa ne diyeceğim "Fırat'ı çok sevdiğim için ağlıyorum" mu?

"İlahi azrail"

Geceyi kötü kapatmıştım, güne de kötü başladım... Sonra haberleri izlerken İlhan Berk’in “bu dünyadan geçtiğini” öğrendim. Şirkete geldiğimde açıp birkaç şiirini okudum. Şiirlerini okurken aklımda hep Ece Ayhan ile mektuplaşmaları vardı. Arada bir küsseler de onun sadık dostuydu İlhan Berk. Bir mektubunda “kıpkızıl açız” diye yazmıştı Ece Ayhan. Bir şairden diğerine söylenen bu sözler çok etkilemişti beni, çok da üzmüştü..

İlhan Berk’in “eskitiyorum, eskitiyorum/kalıyor ne kadar güzel olduğun” dizelerini unutmak mümkün müdür? Bu dünyadan kendisi geçip gider ama gerisi kalır... Güzel bir şiiriyle hoşçakal diyelim gel biz de ona;

Ve yüzünü alıp çıktım. Öğleye doğruydu

Çıkrıkçılar yokuşuna yağmur yağıyordu

Ellerin ellerimde sessiz yürüyorduk ve

Kapkara bir oğlan durma bize bakıyordu

Tuhaf uzun bir sokaktı ve ben susuyordum

Bir kız memelerini bırakıp gidiyord

Âşıktım ve hep seni soyuyordum aklımda

Bir adam çarşıyı üstümüze kapıyordu

Kadınların kızların ardından gittim durdum

Öptüğüm yerlerin içimde durulmuyordu

Üç kez yokuşu indim çıktım boncuklar aldım

Kocaman kırmızı ağzın ki hiç bitmiyordu

Akşama doğru bir aşçı dükkânına girdim
Sana benzeyen incecik atlar geçiyordu

Sonra birdenbire büyük bir sessizlik oldu

Bu dünyadan İlhan Berk geçti dedim yürüdüm.

28 Ağustos 2008 Perşembe

Yapmazsın değil mi öyle şey...

Dayın neden bloga giremediğine dair bir mail atmış (işte hastanede yasakmış, zaten kendisi de teknoloji cahiliymiş falan filan) ve sonra şöyle yazmış:

“Ya bir de Fırat doğacak, büyüyecek, okumayı öğrenecek, kafası bazı şeylere basacak da yazılanları okuyacak-anlayacak. Sıkılır bee. O kadar yazıyı nasıl okusun. Aynen şöyle olacak:

- Oğlum bak senin için site yaptık. Okusana...

- Anne ya bi rahat bırak oyun oynuyom bilgisayarda. Okulda okuyorum yetmiyo mu? Zaten zorla dünya klasiklerini okutuyosun. hadi ikile...
  
Bak şimdi aklıma geldi. Ben de kızımın adını “dicle” mi koysam. :)) Ya da sen bir kızın olursa koyarsın. Fena olmaz. Sırf bunun için bi çocuk daha yapılır.:))
  
Bu arada kızıma isim tekliflerine açığım.”

Ailenin erkekleri kendilerinden yola çıkarak senin burda yazılanları okumayacağını, okusan bile anlamayacağını düşünüyor. Sen onlara zamanı geldiğnide gereken cevabı verirsin diye düşünüyorum.

Len okumazsan acayip bozulurum ha. Anlamazsan zaten yapacak bir şey yok bizim suçumuz der geçeriz. Ya genetik geçiş, ya yetersiz beslenmedir buna sebep...
  

Bir ölüm kalım hikayesi

Hakkıyla, severek yapılan her işe, her mesleğe saygım var. Ama bunlardan biri benim için çok özel önem taşıyor; doktorluk. Bu kişilerin işlerinin ciddiyetinin farkında olan ve bunu unutmayanlarını ne kadar seviyor ve onlara saygı duyuyorsam; mesleklerini sıradanlaştırmış olanlarından, malzemesinin insan ve yaşam olduğunu unutanlarından da o kadar nefret ediyorum.

Ozan dayınla bu hislerimi ve mesleğiyle ilgili kimi başka düşüncelerimi paylaştığım bir mailleşmede bir anısını anlatmıştı geçtiğimiz aylarda, bugün tekrar okuduğumda daha da etkiliyor beni bu hikaye. Çünkü artık bir de sen varsın. O kucaktaki bebeğin sen olma ihtimalini düşünüyorum. En büyük dileğim karşına onun gibi birinin çıkması olurdu böyle bir durumda. Senin bir insanın her şeyi, yavrusu olduğunu unutmayacak bir doktorun... Dayından dinleyelim gel o anıyı:

“Şimdiye kadar birçok kişinin hayatını kurtardık. Onun verdiği mutluluk ve huzur inanılmaz. Geçen 10 yaşında bir çocuk getirdiler. Nefes almıyor, kalbi çok az atıyordu. Yani ölmek üzere idi. Babası kucağında getirdi “kurtarın oğlumu” diye ağlıyordu. İnanmazsın gerçekten Jack gibi bir an ne yapacağımı bilemedim. 3-4 sn duraksadım. Hemşireler personel zaten şokta, kıpırdamadan beni izliyo. Sonra hemen işe koyuldum. Hemşirelere damar yolu açtırıp oksijen takmalarını; personele de bana aspiratör (bir nevi insan elektrik süpürgesi. Hani dişçiler ağzımıza tükrüğü çeksin diye koyarlar.) getirmesini söyledim. Aspiratörü ağzına soktuğumda kocaman bir parça geldi. Önce dil zannettim. Parçayı çıkardım. Çocuk derin bir nefes aldı ve bi süre sonra ağlamaya başladı; “baba” diye. Kurtulmuştu. 10 dk geç gelse ölecekti veya tecrübesiz dr’a rast gelseydi. En güzel kısmı da hasta toparlayınca babasının yanına gittim. Babası belki de oğlunun ölüm haberini vereceğimi düşünerek ağlayarak gözlerimin içine bakıyo. “hadi” dedim “oğlunun yanına git, seni istiyor.” Meğerse çocuk bademciklerini 10 gün önce aldırmış. Sürekli öksürdüğünden ameliyat yeri kanadıktan sonra pıhtılaşıp solunum yolunu kapatmış.
  
Tüm bu anlattıklarım 5 dk içinde olup bitti. Çocuk hastaneye yattı, babasıyla gittiler. Kimse bana teşekkür etmedi, gerek de yoktu. Ekstra para-prim vermediler. Sadece hemşireler-personel tebrik etti. Hala o anımın mutluluğunu yaşıyorum. O çocuğu düşünüyorum ve mutlu oluyorum.”

Ozan dayının doktor olmasından çok ilk gruba giriyor olması ve o çocuğu düşünüp mutlu olması beni müthiş sevindiriyor, gururlandırıyor.

Ozan dayınla geçen bir yıl/harala gürele

Ozan dayınla aynı şehirde okuduk. Fakat kendisi Kocamustafa Paşa’dan çıkmak için vize gerektiğini sandığından mıdır nedir o uzun yıllar boyunca çok da sık görüşemedik. Sonra deden de bir iş için İstanbul’a geldi. Olduk mu sana koca şehirde ayrı evlerde yaşayan üç Beydağ... Anneannenle Barış dayının Adana’da yaşadığı evi de sayarsak 5 kişilik bir aile ve 4 ayrı ev...

Son sene artık bir araya gelmeye karar verdik ve Cerrahpaşa’ya yakın sayılan ve tuttuğumuzda aslen çok güzel olan bir ev tuttuk. Ozan dayınla bu evi bir harabeye çevirmemiz sadece bir yılımızı aldı. Bu evle ilgili hatırladığım en güzel şeylerden biri salonda duvar kağıdıyla kaplanmış, dolayısıyla duvarla ayrılması zor olan, bir kişilik bir dolap olmasıydı. Tabii kişiler için yapılmamıştı bu dolap; ama biz dayınla bu iş için kullanıyorduk. Misafirimiz tuvalete gider gitmez o dolaba giriyor ve döndüğünde konuşmanın herhangi bir yerinde çıkıyorduk. Bir de bu kasvetli dolapta kim daha fazla tek başına kalabilir yarışı vardı ki kazanabildiğimi hatırlamam.

Evimizin hemen karşısında bir pastane vardı ve paramız suyunu çektiğinde (anlayacağın üzre deden çoktan şehri terk etmişti) pastanenin vitrinine bakardık evden. Dayın seslenirdi “Hürücan baksana şu ikinci pasta ne’li kız”. En çok bulaşık konusunda kavga ederdik. Önce sıraya koyma sistemini denedik. Dayın buzdolabına  bir sticker yapıştırdı üstünde “bulaşıkları yarın yıkayacağım” yazıyordu. Ne zaman sorsam “e işte yarın” diye cevap verip beni sinir ediyordu. Sonunda bulaşıkları ayırmaya karar verdim. Kendi bulaşıklarımı yıkıyor onunkileri bırakıyordum. Bu sefer de her seferinde onun bulaşıklarını düzenli bir şekilde yerleştirip, tezgahi silme işinin sürekli bana kalmasına kıl olmaya başladım. Bu konuyu da bir sıraya bağlamaya çalıştıysam da başaramadım. Mutfak her zaman bir savaş sebebi oldu bizim için.

Çok güzel anıların yanında çok güzel kavgalarımız da oldu. Öyle böyle değil ama televizyonun havada uçtuğu (yere düşmesi fazla sürmedi), kurufasulyelerin cenk aleti olarak kullanıldığı kavgalarımızı hatırlarım. Barıştıktan sonra dayın komik isimler takardı bu kavgalara; “televizyon muhaberesi”, “kuru fasulye meydan savaşı” gibi...

Mezun olup da gittiği gün eve geldiğimde nasıl bir boşluk içine düştüğümü hatırlıyorum. Bir süre çok keyifsizdim. Artık kavga edecek kimse yoktu ama eğlenecek bir ev arkadaşı da yoktu... Çok geçmeden yeniden eski yuvama, Beşiktaş’a döndüm ben de.

Kocamustafa Paşa’daki evde bir sürü yağ, kir kalıntısı, halıflexte ayakkabı boyalarından kalma izler (dayın başlattı bu saçma şeyi), dart yuvarlağının çevresinde bir sürü minik nokta, çokça kavga ve bir o kadar da neşe bıraktık gerimizde.

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Sol elimin işaret parmağı

Oyunlardan ve oyuncaklardan konuşulduğunda, gözlerim sol elimin işaret parmağına kayar. Sol elimin işaret parmağı ise, binlerce oyuncağın olduğu yerden, bir elin işaret parmağını saymazsak, sayıları ancak o kadar olan oyunun ve oyuncakların (oyunlar bize mirastı abilerimizden, ablalarımızdan; oyuncaklar değil) olduğu çocukluğuma taşır beni. Orada oyuncakları ve oyunları az olan Cemal'i görüyorum. Bir şeyler yontan, az önce kestiği parmağına kanı dursun diye kül bastıran. Ve biraz sonra oynayacağı oyuncağı yapmanın heyecanıyla akan kanın umrunda olmadığı... Her gidişimde oturmuş bir ağacın altına, geleceğini yontarken bulurum küçük Cemal'i.

Yüzlerce oyuncağın arasından geçerken; annen alacaklarını sıralar, ben de yapacaklarımı... Yaptıklarımın izleri sol elimin işaret parmağında, yapacaklarım ise kalbimde...

Back up teyze

Evlilik için hep eşlerin birbirini tamamlamasından bahsedilir. Dostluk için de geçerli aslında bu. Annen bu konuda epey şanslı, hem kendini tamamlayan bir eşi hem Gözdesi var. 

İşin psikolojik yanı bir kenara Gözde sürekli fiziksel olarak da hayatımı kolaylaştırır. Her seferinde okulumun numarasını kaybederim, Gözde bir daha soracağımdan emin olduğundan çoktan kaydetmiştir bir yerlere. İnternetten uzak bir ortamda Adana'daki bir hastanenin telefonuna ihtiyaç duyarım Gözde'den gelen mesajda yazılıdır. 

Çok sık mailleştiğimiz ve bu maillerde neredeyse güne ve yaşama dair her şeyi paylaştığımız için çok sağlam bir mail arşivi de vardır (ben en önemli mailleri bile çoğu zaman dalıp diğerleriyle birlikte silerim). Öyle ki gelecek yıl herhangi bir zamanda, ben 28 ağustos 2008'de nasıl bir ruh hali içindeydim desem pat diye ilgili mail gönderilir. O mailde bugün gördüğüm rüyayı bile tekrar okuyabilirim. Çünkü az önce yazıp gönderdim kendisine... 

Geçen gün buraya yurt dışındayken ödediğim telefon parasını yazacaktım. Çok ödediğimi biliyordum ama ne kadar ödediğimi hatırlamıyordum. Gözde'ye sordum, anında ilgili mail geldi yine "dostum telefon faturam şu kadar geldi, bir de faturalandırılmayan şu kadar kısım var" diye yazmışım ona.

Az sonra da seninle paylaşmak istediğim bir konuda desteğini isteyeceğim mesela. 6-7 ay önce abim bana bir mail yazmıştı. Ben de çok beğenip onunla da paylaşmıştım. Çok sevdiğim bu maili sileli çok oldu. Bakalım bu da duruyor mu hala onda. Eğer duruyorsa herkes şaşırabilir ama ben şaşırmam. Back up dostum o benim...

Anlayacağın üzre baban ve anneannenle paylaşımım nasılsa Gözde ile de öyle. Yaşamımın çok çok önemli bir parçası...

Şöyle yazmıştı zamanında benim için sözlüğe: "Eğer birisi için çok güzel bir şey dileyecek olsam onun kadar iyi bir dost dilerim, başka da bir şey demem" Onun için cuk oturan bir şey söyleyecek olsam, işte bunu söylemek isterim ben de sadece...

26 Ağustos 2008 Salı

Bu adamları seviyorum...

Aman başlık korkutmasın seni, iki tane çok sevdiğim adamı anlatacağım sana ama beyazperdeden. Münir Özkul ve Sadri Alışık... Bu adamları ekranda görüp de kanalı değiştirebildiğime rastlanmamıştır. 

Sadri Alışık'ın da Münir Özkul'un da üç hali vardır.
Yalın halleri
Neşeli halleri
Hüzünlü halleri

Münir Özkul, yalın halinde fabrikadan eve döner sessiz sakin, kahvenin pişmesini bekler, oğlunun gömleğini ütüler, turşu kurar. Sadri Alışık ise, kayıkta balık tutar, bir iskelede İstanbul'u izler, mahkemede suçlamaları dinler...  Sadri'nin neredeyse bütün yalın halleri hüzünlü halleriyle kardeştir.

Neşeli halleri bambaşkadır. Münir Özkul hep birilerinin mutluluğuyla, ailesinin huzuruyla, sınıfının başarısıyla neşelenir. Türk sinemasında babacan tiplemesinin sırf biraz daha tombul diye Hulusi Kentmen'e verilmesi tam bir haksızlıktır bence. Onun kadar başkalarının hisleriyle yaşayan görülmemiştir. Sadri Alışık en çok aşıkken ve meyhanede neşelidir. En hüzünlü hallerine de yine meyhanede rastlanır. Ha bir de top yekün neşeye kestiği zamanlar vardır kendisinin; turistken tabii...

Hüzünlü halleri hiç sorma gitsin. Başını sessizce önüne eğer Münir Özkul, bir sigara yakar mutlaka. Çaresizliği bütün yüzüne yansır. Evden çıkıp iş aramaya gittiği bir sahne vardır Bizim Aile'de. Sigarasını yakıp uzaklaşır. Arkasından baktığın anda senin de hüzün haline geçmemen imkansızdır. Sadri Alışık'ın hüznüne ise en çok İstanbul yakışır. En hüzünlü anlarında deniz kenarındadır ve tıpkı Münir gibi sigara içmektedir. Uzaklara bakar, hele bir de o bakışlara eşlik eden dış sesi varsa annen o an erir. Meyhanede tek başına rakısını yudumlerken ise hüznüne bir gramofondan yayılan dertli bir şarkı eşlik eder. Meyhanedeki arkadaşları gibi annen de içi ezilerek izler onun bu halini...

Bir de karışık bir halleri vardır bu iki adamın. Bunlar ağlarken güler, gülerken ağlarlar. Öyle güzeldir, öyle kendi şahıslarına münhasırdır ki bu halleri ancak izlemen gerekir anlamak için.  Münir Özkul'un bu hali biraz ezilmişlik kokar, biraz mahcubiyet. Sadrininki ise isyanla karışıktır kimi zaman, kimi zaman ise çaktırmamaya çalışan bir mahalle delikanlısının gururuyla harmanlanır.

Önümüzdeki kış, çok sevdiğim minicik bir adamla birlikte izleyeceğim bu çok sevdiğim adamları. Duble keyif diye işte ben buna derim.

Bilinçaltımda ne var?

Mert ismi, teyzenin bu kelimenin (aslında merd) Fransızca'daki anlamını söylemesiyle tarih oldu gibi. Senin Fransız bir sevgilinin olma ihtimalini göz ardı edemeyiz değil mi? Yalnız kız Türkiye'de yaşamayı kabul eder mi ki? Bu geldi şimdi aklıma... Ne olur ne olmaz diye risk almayıp Mert konusundaki kararımızdan dönmesek mi? Böylece ismini söyledikçe bir tuhaf olan kız senden de seni Paris'te yaşamaya ikna etmekten de vazgeçer.

Bu gidişle annelikteki rol modelim, Şener Şen'in Bizim Aile'deki annesi olacak. Hani kurban bayramında nişan koçu kesip de kızın ailesine zar zor bir but gönderen kadın. Haa şey de olabilir; Çöpçüler Kralı'nda oğlu ne zaman evlenmek istese ayılıp bayılan kadın. Neyse ki tüm bu kadınlar eninde sonunda dize geliyorlar. (Yahu şu sevdiğim Türk filmlerinden bir arşiv oluşturmaya başlasam da sen de mahrum kalmasan. Özellikle Münir Özkullu ve Sadri Alışıklı filmlerden...)

Şaka bir yana (evet yavrum dünyanın neresinde, kiminle istersen yaşa. Ben dayanamadığımda "senin baktığın yerde olurum") şu ikinci isim olayı tam bir muamma oldu. Sözlükteki (sözlük dediğimde ekşi sözlüğü anla) "en güzel erkek isimleri" başlığında şu isimleri çok beğendim:
Kuzey
Poyraz
Ayaz
Ateş

Ne buyrulur şimdi buna? İsimler iki kutba yönelmiş, buz gibi olanlar ve yakıcı olan. Nasıl bir bilinçaltım var seninle ilgili... Üzerinde fazla düşünmek istemiyorum, sen de düşünme. 

Bu arada Ateş ismini baban da beğendi ama bu konuda karar elbette abinin. Biz sadece önereceğiz.

25 Ağustos 2008 Pazartesi

Ne gündü ama!..

Pazar günü epey uzun sürdü ikimiz için... Pazar sabahı bir önceki gün gelmiş Yaso teyzenle uzun ve keyifli bir kahvaltı yaptık evde. Yaso'yu yolcu ettikten sonra kendimizi havuza attık. Ben yine üstümü giyineceğim, dolabı açıp kapayacağım 3-5 dakikanın hesabını yapıp mayomu içime giydim. Nasıl olsa mayom kuruduktan sonra üstümü giyinip doğru eve gelecektim. O günün o kadar uzun süreceğini nereden bilebilirdim...

Önce halan arayıp yemeğe çağırdı; direkt gelin yaprak sarma var dedi. Asla hayır diyemeyeceğim bir teklif... Atladık gittik. Halanın yemek sonrasında bize "ağır" bir sürprizi vardı. Doğranacak ve rendelenecek 40 kg domates, ayıklanıp hazır hale getirilecek 10 kg yeşil fasulye, 5 kg barbunya... Yemek sonrasında epey çalıştık anlayacağın. Tam iş bitti diyerek ayaklarımı uzatmıştım ki telefonumdaki cevapsız çağrıları gördüm. Arayan Burçin'di. Deniz bebek yola koyulmuştu. Babanın ikinci yeme içme faslı biter bitmez hastaneye koştuk. Tabii baban öncesinde halana "bir daha pazara gittiğin günlerden sonra bizi çağırma" demeyi ihmal etmedi. (laf aramızda gördüm ki domates rendelemede de babanın üstüne yok. Biz bir o iki... Evleneceğim adamı çok doğru seçmişim)

Hastaneye vardığımızda Deniz annesini sıkıştırıp duruyordu doğmak için. Müge'yi acı çekerken görmek hoş değildi ama Deniz'i beklemek müthiş heyecanlıydı. Adrenalin seviyemin yükselmesinden sen de bir şeyler olduğunu hissetmişsindir kesin. Doğumhanenin kapısında geçen iki saatten sonra Deniz'in ilk ağlaması duyuldu. İlk önce sarıldığı şeyden minik ellerini görebildim sadece; sonra küvözde 52 cm'lik boyuyla arz-ı endam ederken doya doya seyrettim.

Müge doğumdan sonra çok iyi görünüyordu, bu senin doğumunla ilgili kaygılarımı bir nebze azalttı. Gece ikiye kadar Deniz'in odaya gelmesini bekledim. E yakından bir kez görmeden eve gidemezdim değil mi? 

Sonunda geldi Deniz... Öyle güzeldi ki. Pamuk gibi bembeyaz bir ten, simsiyah ve gür saçlar, kapalı yumuk gözler. Bir an önce kucağımıza alıp seveceğimiz günlerin gelmesini istiyorum. 

Nihayet eve gelip mayomu çıkardığımda gece 3 olmuştu bile saat. Önce babanı uyandırıp Deniz'i anlattım sonra uyumaya çalıştım. Bu uzun günü düşündükçe gülümsüyorum. 1 saat yüzüp geleyim diye evden çıktım; 10 kilo (payıma düşen) domates rendeleyip, bir bebeğin doğumuna tanıklık edip 15 saat sonra eve döndüm. Bol neşeli, heyecanlı bir 15 saat...

22 Ağustos 2008 Cuma

Para mı? O da ne?

Teyzenin söylediği gibi biz elimizde harita tatil planları yaparken baban bizi sürekli demoralize etmekteydi. İnanmıyordu gideceğimize... Aslında benim için gitmek gerçekten çok zordu; çünkü bunun için ayıracak hiç paramız yoktu. Baban henüz benim böyle bir iş için kredi çekecek kadar cins bir tip olduğumu bilmiyordu demek... Türlü cinsliklerimin o da uzmanı olmuştur oysa ki... Hatta kimi zamanlarda hiç olmayacak şeyleri düşündüğümde doğru tahminlerde bulunarak beni şok eder. 

Neyse bankadan krediyi çektim, valizimi topladım ve lubyana aktarmalı olarak Paris'e ulaştım. Orada geçirdiğimiz 1 haftanın ardından, Venedik'e gittik. Ceyda teyzenin oraya vardığımızda hazırladığı yumurtalı, bol peynir çeşitli kahvaltıyı unutamam. Uyduruk sabah kahvaltılarından da, mc donalds'tan da gına gelmişti artık (çikolatalı krepten gına gelmemişti). Planlarımıza göre Roma üzerinden dönüş yapacak, böylece orada geçireceğimiz bir günde istediğimiz yerleri gezebilecektik. Özellikle de Sistina Şapeli'ni... Peki ne oldu? Senin şaşkın annen dönüş uçağının günü ve saatini yanlış anladığı; normal şartlarda çok temkinli bir kadın olan teyzen biletleri kontrol etmediği için; uçağı kaçırdık. Çok büyük bir şoktu gerçekten. Ve bu şok bize Sistina Şapeli yerine Bologna'da uyduruk bir pazarı gezmeye mal oldu. Yine de o uçuşu bulabildiğimiz için şanslıydık diyebilirim.

Bizim bile hayalini kurarken içten içe inanmakta zorlandığımız Paris-İtalya gezisi çok güzeldi. Bugün hala ödediğim kredinin her kuruşuna değdi.

İşin mesaj kısmına gelecek olursak, kimi hayallerini gerçekleştirmek için önüne çıkan engelleri hiç kafana takma Fıratçığım. Her zaman zorla sınırları. O günler geldiğinde sana "yavrum tatil için kredi mi çekilir" diyen bir anne haline gelmişsem bile aldırma. Kredini çek ve çık o çok istediğin tatile. Yalnız sen benim düştüğüm hataya düşme. Ben maalesef en sevdiğim insanı burada bırakmıştım giderken. Bu bana hasret dolu iki haftaya ve 850 lira telefon parasına mal oldu... Teyzenin payına da bu unutkanlıktan günde kaç kez kurulduğunu hatırlamadığım "Cemal'i çok özledim", "Çok pişmanım" cümlelerine her seferinde katlanmak düştü. 

"Benim hatama düşme, en sevdiğin insanları arkanda bırakma" derken kimi kastettiğimi anlamışsındır umarım. Ben ve baban. He he... Bizsiz nereye Fırat Bey?

Annelerin gözyaşları

Blogdaki kimi yazıları (itiraf ediyorum çoğu yazıyı) yazarken ya mutluluktan ya hüzünden ya da heyecandan gözyaşlarıma engel olamıyorum. Hatta öyle ki kimi yazıları dönüp bir daha okurken zorlanıyorum (bakınız annemle ilgili yazı, Muko dedenle ilgili yazı vb). 

Genelde yalnız dökmüyorum gözyaşlarımı; baban da yazıların bazılarında eşlik ediyor bana. Birkaç eşlikçimiz daha var; benim gibi karnında yavrusunu taşıyan anneler (anne adayı demiyorum çünkü varlığınızı öğrendiğimiz günden itibaren birer anneyiz biz). Sizler yaşamımıza çok farklı renkler katıyorsunuz. Bunlardan biri de bu birden akıveren gözyaşları... Sizinle birlikte iyice duygusallaşıyoruz; biraz hormonlardan biraz sevgi ve mutluluk fazlalığından. Ben mesela Heidi'yi izlerken Clara yürüdü diye ağlayabiliyorum. Olimpiyat madalyası almış birinin coşkulu sevinci gözlerimi doldurabiliyor. Nazlı teyzen de engel olamamış kendine "senin kapımızı aralayıp, yatağımıza geleceğin geceleri sabırsızlıkla bekliyorum" cümlesini okuyunca. O da bekliyor çünkü benim gibi, Nevra da ve aynı anda birçok kadın (ki hamile olunca anlıyorsun etrafta ne kadar çok hamile olduğunu)... Hepimiz sizin yaşamımıza katacağınız şeylerin heyecanıyla sürekli bir bekleyiş halindeyiz. Beklemesi bu kadar heyecanlıysa yaşaması nasıldır bilemiyorum... 

Fazla bekletmeyin diyemiyorum. Bekletin, tam zamanında sağlıklı tosuncuklar olarak girin yaşamımıza. Hiçbir bekleyişin sonu bu kadar güzel olmayacak ve hiçbir kavuşma bu kadar "değmeyecek" beklendiğine, değişilmeyecek başka şeylere...

Beklerken boş durmayıp bol bol süt ve sevgi biriktiriyoruz size. Ve sizin için daha çok gözyaşı dökeceğimizi şimdiden biliyoruz. Hep mutluluktan olsun...

20 Ağustos 2008 Çarşamba

Bir Tuzla Seyahati... ve tavşan meselesi

Madem annen Paris-Venedik hattından bahsetmiş ben de bize göre "Avrupa'yı fethimiz" babana göreyse "Bir Tuzla Seyahati"nden bahsedeyim biraz :)

Annen ve ben artık Avrupa'ya açılmanın vaktinin geldiğini düşünüp araştırmalara başladığımızda baban "siz ancak Tuzla'ya gidersiniz" demişti, ne kadar da yanılmıştı ve emin ol bu durum defalarca yüzüne vuruldu, annenin Paris'e indiği gün alıp gönderdiği ön yüzünde Eyfel Kulesi'nin bulunduğu arka yüzünde "Tuzla'dan sevgiler" yazan kartpostal da bunun en tatlı kanıtıdır.

Çok maceralı, çok eğlenceli, çok tatlı anılarla dolu olan bu seyahat hakkında anlatacak çok fazla hikaye var ve mutlaka hepsini keyifle anlatacağız sana (üstelik annenin çektiği yüzlerce fotoğraf eşliğinde) ama önce dün akşam yine kendi kendimize hatırlayıp güldüğümüz bir maceradan bahsedeceğim sana;

Annenin Paris'e gelişinin ikinci günü Paris'in biraz dışındaki otelimizin yakınından trene binip şehre gittik. Bütün günü sokaklarda, müzelerde geçirip epeyce yorulduk. Orada bizimle olan ama o gün çalışması gereken Kurtuluş dayın bize bütün yolları anlatmış, nerden hangi trenle döneceğimizi göstermiş, hava kararmadan önce mutlaka otele dönmüş olmamız gerektiğini defalarca rica ve hatta tembih etmişti. Ama Paris bizi adeta büyülemişti. Tabii ki vaktin nasıl geçtiğini anlamadık, ha bir de seine'in kenarında müzik yaparak eğlenen insanların arasına karışmış ve biraz dans etmiş olabiliriz ama bu aramızda kalsın rica ederim :))

Trene bindiğimizde hava kararmaya başlamıştı, biraz tedirgindik -ya da ben öyleydim :)- neyse ki karanlık bastırmadan gitmemiz gereken Petit Vaux durağının bir durak yakınına kadar gelmiştik ama o da ne! Tren bir anda yolunu değiştirerek ineceğimiz durağa değil de bilmediğimiz Paris banliyölerine doğru yol almaya başlamasın mı! Evet canım maalesef aynen böyle oldu. Üstelik Kurtuluş dayın daha birkaç gün önce bana oraların ne kadar tehlikeli olduğunu, arabayla geçerken bile tedirgin olduğunu filan anlatmıştı.

Bir sonraki durakta indik, elimizdeki örümcek ağına benzeyen tren haritası o anda sadece sinirimizi bozuyordu. sakin olmaya çalışarak tek yapmamız gereken istasyonun karşısına geçmek ve gitmemiz gereken yöne doğru giden ilk trene binmek diye düşündük. Ama hayat o kadar da basit değildi, çünkü aynı yöne giden birçok hat vardı ve hava iyiden iyiye kararmıştı. İstasyonda bizimle konuşmaya istekli olan tek kişi ısrarla sigara istiyor, neden bilmiyorum bana Londra'da yaşayan kız kardeşinden bahsediyordu.
Neyse ki genç bir kız bizim yabancı olduğumuzu anlayınca nerden geldiğimizi, nereye gitmeye çalıştığımızı sordu gerçi kendisi de tren tarifesini tam olarak bilmiyordu ama bir şekilde hangisine binmemiz gerektiğini bulduk. Önce alt geçitten karşıya geçmemiz sonra da 20 dakika kadar beklememiz gerekiyordu.

Alt geçide indik. Hava karanlıktı demiş miydim? Paris'in tehlikeli bir banliyösünde olduğumuzu söylemiş miydim peki? neyse, alt geçide girdik, düşündüğümden çok daha kötüydü manzara, ıslak, pis kokulu, daracık ve uzun bir tünel! Bir de tam o esnada karşı taraftan birkaç zenci gelmesin mi? (bu da ayrı bir konu, bütün seyahat boyunca ben zencilerden tırstım, annense nedense "zenci" kelimesinin evrensel bir kelime olduğuna inanarak her "zenci" dediğimde beni susturmaya çalıştı, tabii ki zencilerden korkmam için bir sebep yoktu, bunlar hep toplumsal kodlanmalar canım sen sakın yapma) E bu manzara karşısında normal bir kadın ne yapar? tabii ki koşmaya başlar :))) Ben de annenin de aynı anda koşmaya başlayacağından emin olarak yapmam gerekeni yaptım :))) Nefes nefese tünelin diğer tarafına geçtiğimizde annen hem kızıyor hem gülüyordu. Benim koşmaya başlamam onu daha da korkutmuştu.
Neyse ki sağ salim trene bindik ve küçük, tatlı mahallemiz Petit Vaux'ya ulaştık. Otele döndüğümüzde odamızın kapısının ardına kadar açık olması, etrafta hiç kimsenin olmaması, (kendisinden korktuğumuz güvenlik görevlisine bile razıydık o anda) geceyi kapının önüne yığdığımız eşyalara rağmen gündüz kapıyı açan kişinin tekrar geleceğine emin olarak korku içinde geçirmiş olmamız ise ayrı bir hikaye :)

Sonuçta canımıniçi, her ne kadar o anlarda biraz korkmuş olsak da bu hikaye olmadan böyle bir seyahat anlamsız olurdu diye düşündük her ikimiz de. Hem bak şimdi sana anlatıyoruz daha ne olsun?

Son olarak şunu söylemek istiyorum sana; Annen başımıza gelenleri özellikle koşma bölümünün üstünde durarak babana anlattığında baban bize Nazım amcanın dizelerini hatırlattı; Tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar!

Korkusuz, kaçışsız bir ömrün olsun bebeğim. Ama gerektiğinde birlikte koşacak dostların da olsun... En güzeli de bu değil mi zaten? Koştuğunda yanında koşacağından emin olduğun insanlarla olmak...

Ve çok seveceğim biri daha

Arkadaş olacağına emin olduğum ama akran olup olamayacağını kestiremediğim biri daha var: Teyzenin minik yavrusu. Henüz hayali bile ortada yok teyzen için; ama ben biliyorum ki çok iyi arkadaşlarından biri olacak bu minik ve potansiyel bebe. Teyzeni elini çabuk tutması için sıkıştırıyorum; aranız fazla açılmasın diye.

Bu kez de bebeklerimizi sırtımıza alıp gezelim Paris-Venedik hattında değil mi? Biz her gün çikolatalı krep yemek için çıldıralım; Gözde de bizi "abartmayın" diyerek dizginlesin. Ve elbet sonunda yelkenleri hep suya indirsin...

Potansiyel arkadaşların

Anne ve babanın çevresindeki insanlar eş zamanlı olarak çoğalmaya başladılar. Bunun senin için iyi yanı hazır bir sosyal çevrenin oluşması. Daha doğduğun günden itibaren yan yana fotoğraf çektireceğin, iletişim halinde olacağın akranların olacak. Bu akranların kaçı arkadaşın da olur bilemiyorum ama işte minik bir akran listesi ve onların şimdiki halleri...

Çınar
En büyüğünüz o. Fatoş teyzenin oğlu, onaltıncı ayına çoktan girdi bile. Onu en son gördüğümde efe efe yürüyor, elinden tutmamıza izin vermediği gibi bir de onu yalnız bırakmamız için itiyordu bizi. Bu aralar biraz huysuzmuş ama eminim geçicidir. 3-5 güne kalmaz pamuk gibi olur yine. Onu güldürmek çok kolay.

Çınar 2
Başak teyzenin oğlu. Onu doğduğu günden beri fotoğraflardan ve annesinin anlattıklarından takip ediyorum. Çok çok güzel bir erkek bebek... Baban fotoğraflarını gördüğü zaman bayılmıştı. Zaman zaman Urla'da, çoğu zaman İzmir Alsancak'talar. Kim bilir belki ilerde tekrar İstanbul'a taşınırlar da siz de bir araya gelme şansı yakalarsınız. 

Cansu
Canım Cansu... Daha 7 aylık minicik bir bebekken girdi kalbimize. Onun küvezdeki o halini baban da ben de unutamıyoruz. El kadardı ama öyle yumuşak, öyle güzeldi ki... Eve dönüş yolu boyunca ondan konuşmuş sonra ertesi hafta hemen yeniden görmeye gitmiştik. Şimdi bize kocaman oldu gibi geliyor; oysa sadece 5.5 kilo... Haftasonu misafirliğe geldi evimize ilk kez; bütün gün mest olduk. Hele mışıl mışıl göbeğini şişire şişire bir uyuyuşu var ki... Yeriz yeriz!

Deniz
Denizcik annesinin karnındaki yolculuğunu tamamlamak üzere. Bugün itibariyle 3 kilo olmuştu bile. Önümüzdeki hafta kulağımız telefonda olacak, çok heyecanlı bir bekleyiş bu. Kıyafetlerini sevdik geçen gün, her şeyi hazır artık. Ona sadece doğmak kalıyor. Denizle ilk fotoğrafınızda o kucağımda sen karnımda olacaksın. Deniz'in ilerde sana "sen daha annenin karnındayken" diye başlayan cümleler kurması sonuna dek hakkıdır.

Marjinal Bebeler Çetesi
Evet böyle bir çete var. Bakalım bu çeteden kim kimle nasıl anlaşacak. Marjinal'in pikniklerinde, özel gezilerinde bir araya geleceksiniz bol bol. Kimler yok ki çetede Sarp, Beren, Deren, Duygu, Efe, Asya, Mahir (babası öyle çağırıyormuş ama henüz cinsiyeti bile belli değil, Nazlı'nın bebeği), Dilan (Sanırım isim alternatiflerinden sadece biri, Nevra'nın bebeği)... Epey keyifli bir oyun grubu gibi görünüyor uzaktan. Gaspar bu kadar çocukla başedebilir mi bilmiyorum; ama gelecek senelerdeki bebekli marjinal etkinliklerini merakla bekliyorum.

Bir sayışta en az 5-10 kişi... Oooo valla benim bu kadar arkadaşım yok. Oğlum yaşadın sen... Yalnız kızları görünce afra tafra yapmayalım rica edeceğim. Çevrede kız var falan dinlemem öperim. 

19 Ağustos 2008 Salı

"Hapis mi?" ve dedenin büyük başarısı

Küçüktüm, bizimkiler balkonda misafirlerle birlikte oturuyorlardı. Söz dönüp dolaşıp babamın hapishane günlerine geldi. Şaşkınlıkla "ne hapishanesi?" diye sordum. Balkondakilerden biri "baban birini bıçakladı ya" dedi, herkes güldü. Benim ise dünya başıma yıkılmıştı. İnanamıyordum böyle bir şeyin olduğuna, misafirler gitmek bilmedi, kimseye bir şey soramadım. Ama o gün sabah çok zor oldu. Babamın, bizimle yüksek sesle bile konuşmamış o adamın, birinin canını yakacağına inanmak istemiyordum.

Sabah olduğunda anneme sordum. Güldü, yok öyle bir şey tabii ki dedi ve dedenin siyasi nedenlerle 3.5 yılını hapishanede geçirdiğini, kimsenin canını yakmadığını, bugün artık o zaman suç olan şeyin suç olmaktan bile çıktığını söyledi. Nasıl rahatladım anlatamam... Babam bildiğim gibiydi işte, güvendiğim gibiydi.

Deden, biz küçükken arada bir ne zor şartlarda okuduğundan bahsederdi. O zaman bunun gündeme gelmesi komik gelirdi bize "evet baba köyün mezarlığındaki lamba değil mi?" derdik. Ama şimdi öyle etkileyici geliyor ki bu bana... Gerçekten de Anadolu'nun küçük bir köyünde yaşayıp çevrende bunun bir tane örneği yokken İstanbul'da mühendislik okumak az buz bir iş değil. Üstelik baban okuduğun okulun adını bile bilmezken...

Elimde değil ben de sana derslerine çalışmadığında zaman zaman dedenin okuma macerasını anlatacağım. Ve sen de elinde olmayarak güleceksin bu anlattıklarıma. Ama ben günü gelince anlayacağını bileceğim, sen günü gelince anlayacaksın. 

Aşık dede, maşuk anneanne

Dedenle anneannen büyük bir aşkla evlenmişler. Anneannenin öğrencilerinden biri dedenin yeğeniymiş; vesile olmuş tanışmalarına. Deden hapisten henüz çıkmış, kara kuru çelimsiz bir adam... Anneannen pek güzel, alımlı bir genç kadın. Nasıl olmuşsa olmuş kendisinin deyimiyle dedenin "devrimci bıyıklarına" vurulmuş. Deden anneannene mektuplaşabilir miyiz demiş. Ve aralarındaki büyük aşk işte bu mektuplarla alevlenmiş.

Mektuplar bazen dakikada bir yazılmış. Deden yola çıkmadan önce yazmaya başlamış örneğin "yola çıktım geliyorum" diye yolda devam etmiş, sonra otobüsten indiğinde ve hatta durakta anneannenin gelmesine dakikalar kalaya kadar; "az sonra yanımda olacaksın" diye...

Mektupların bazılarını okurken (tahmin edeceğin gibi içlerinde sansürlüler var) çok duygulandığım gibi güldüğüm de oldu... Bunlardan bir tanesinde deden anneannene arkadaşlarıyla bir cafede oturduğundan bahsediyordu. Cafe kelimesinin yanına açılmış bir "çay, kahve içilen yer" paranteziyle... Bir diğerinde ise deden anneannenden kimi kitapları okumasını rica ediyordu ama öyle böyle değil bu kimi kitaplar. Neredeyse 100  maddelik bir liste; Türkiye işçi sınıfı üzerine, marksizm üzerine... Listeyi gördüğünde anneannenin yüzünün halini çok merak ediyorum.

Ozan dayınla ben de varız bu mektuplarda. Deden askerdeyken uyuyormuşuz annemle koyun koyuna. Köpekler ulumaya başlamış. Anneme dönüp "köpekler neden ağlıyor anne" demişim "onların da mı babası askere gitmiş". Kim bilir ne kadar etkilenmiştir bu satırları okuyan deden; askerde ve çocuklarından uzaktayken. Ozan Dayın iyice abartmış işi deden yokken ciddi ciddi topallamaya başlamış. Doktor babasına götürün geçer demiş. Nitekim bizimki dedeni gördüğü anda topallamayı bırakıp koşarak atılmış boynuna.

Dayınla benim ilk yazılarımızı da görebilirsin bir gün anneannen izin verirse mektupları incelemene. Dayın ilkokul 1 yazısıyla "baba" yazmış, ben ise iki üç çizgi yapmışım. 5 yaşımın yazısı...

Önce evlenene, ardından da deden askerden dönene kadar devam eden bu mektuplarda domatesin kilosunun o yıllarda kaça olduğundan, okunması gerekenler listesine pek çok şey var; ama en çok aşk, özlem, mutluluk... Bir kısmını okuduğumda beni en çok mutlu eden şey annemle babam arasında böyle bir aşkın olmasıydı... Senin de babanla aramızdaki aşkı yazdıklarımızdan, bakışlarımızdan anladığın zaman benimkine benzer bir mutluluk yaşayacağını tahmin ediyorum. Ve şimdiden seviniyorum bunun için...

Nazım'dan

İçim "kıpır kıpır"

Birkaç günden beri içimde minik minik kıpırtılar hissediyorum. Senin kıpırtıların. Özellikle bir şeyler yedikten sonra dikkat kesiliyorum çünkü en çok o zamanlar hissediyorum seni. Hemen babana söylüyorum; elini getirip o bölgeye koyuyor ama henüz onun hissetmesi için epey zaman var gibi. Ben bile düzenli ve sık olarak yaşayamıyorum bu duyguyu. 

Hamile kalmadan önce beni en çok ürküten şeylerden biri de içimde bir şeyin büyümesi ve hareket etmesi hissiydi. Minik bir böcek her gün biraz daha büyüyor, senden besleniyor. Tekmeliyor... Tuhaf gerçekten. Zamanında çok korku filmi ve hayvan belgeseli izlemenin zararları! Şimdi ise sadece karnım değil her yanım kıpır kıpır oluyor sen minik hareketler yaptığında. Sanki karnımı gıdıklıyorsun yaramaz.

Muzaffer İzgü'nün yaşamını anlatan bir film uyarlaması var. O geldi şimdi aklıma. Filmin (aslında kitabın) adı Zıkkımın Kökü. Çok sevdiğim Menderes Samancılar, İzgü'nün babası rolünde. Epey yokluk içinde yaşayan bir aile ve zehir gibi bir çocuk. Bir akşam çocuklar kendi aralarında gülüşüp eğleniyorlar. Babaları ne yaptıklarını soruyor neşeli bir sesle, "birbirimizi gıdıklıyoruz" diyorlar. Babaları "gelin beni de gıdıklayın" deyince cümbürlop onun yatağına. Öyle güzel bir sahne ve öyle güzel bir baba ki... Ne zaman izlesem duygulanırım, içimi mutluluk kaplar.

Senin kapımızı aralayıp, yatağımıza geleceğin geceleri sabırsızlıkla bekliyorum. Önce ben seni gıdıklarım sonra birlikte babana saldırırız tamam mı? Baban genelde gıdıklanmaz ama koltuk altından fena huylanır çaktırma. Ben bir gün azmedip o bölgeden gıdıklayabilmiştim babanı. İlişkimize altın harflerle yazılmış büyük başarılarımdan biridir. Bana gelince kafam dışında her yerimden gıdıklanıyorum sanırım. Dayın uzunca bir süre dizimde bir bölgeye sadece dokunarak gıdıklardı beni. Nasıl keşfettiyse bunu... Annenin intikamını almak sana düşüyor artık. "Bu anam için" diyerek Barış dayını da bilimum yerlerinden gıdıkla canım. 

18 Ağustos 2008 Pazartesi

17 cm'lik bir minik dev

Beklenen cuma nihayet geldiğinde ve saatler 15.00'i gösterdiğinde; baban ve abinle generalin kapısının önünde seni göreceğimiz anı bekliyorduk. Ben "bakalım bebek orda mı hala", "belki de hiç gelişmemiştir", "ay çok heyecanlıyım" dedikçe baban gülüyordu. Abin ise giydiğim hamile elbisesine kafayı takmış "aynı küçük beslemelere benzemişssin" diye kızdırıyordu beni. Nihayet içeri alındık.

Ben biraz yandan, abinle baban tam cepheden seni izlemek için hazırdık artık. Derken siyahlıkların içinden çıkıverdin birden. Seni gördüğüm an nasıl rahatladım bilemezsin. Her şey çok yolundaydı, sağlıklıydın, tüm organların olması gereken yerdeydi. General sırayla sayıyordu "kalbi, odacıklar, mesanesi, böbrekler..." Sonra bir minik çıkıntı gördük ekranda "Ve işte bu da pipisi". Baban biraz sonra dayanamayıp -sanırım abin bir kere daha görsün diye- "pipiyi bir daha görebilir miyiz" dedi. Herman istek parçayı yerine getirdi ve pipini bir kere daha sergiledin bizlere. Abin başından beri "kız olursa kabul etmem, erkek olacak" diye tutturduğu için pek mutlu oldu. Babanla ben ise seni böyle sağlıklı görmenin mutluluğuyla gerçekten de sarhoş gibiydik.

General Herman bu kez bir sürpriz yaptı bize ve aslında erken olmasına rağmen üç boyutlu ultrasonda da gösterdi seni. Görüntü deforme olduğundan minik bir kuş yavrusuna benziyordu yüzün. Ama kolların öyle tatlıydı ki içim gitti. Eve geldiğimde yüzünü kapatıp (ne yapayım bebek yüzü gibi değil ki) kollarına baktım hep. Bir önceki ultrason resimlerinde her akşam göbeğini seviyorduk, bu seferkinde ise hep kollarını, omzunu...

Çıkışta baban maalesef işe dönmek zorundaydı, ben eve geçtim ve telefon görüşmelerine başladım. O kadar çok kişiyi aradım ki bir süre sonra konuşacak gücüm bile kalmadı. Susup ultrason fotoğraflarına baktım ben de uzun uzun... Bir önceki fotoğraflarla karşılaştırdım, ne kadar da büyümüşsün aslında.

Boyun 17 cm. Ağırlığın 207 gram. Avcumuza da kalbimize de sığmıyorsun artık. 

Seni gidi minik pipi

Cuma günüyle ilgili ben de bir şeyler yazacağım elbet; ama sana dair duyuru için Marjinal'den bir alıntı yapacağım önce. Babanın iş arkadaşı Aslı teyzen (ya da kendisi tercih ederse ablan) öyle güzel duyurmuş ki haberi bize ancak “Bir adam” başlıklı yazıyı buraya aynen almak kalıyor.

"Raporlar hazırlandı, tasarımlar tamamlandı, herkes toparlanıp İstanbul sokaklarındaki kalabalığın arasına karıştı...

Ancak tüm bunlar olup biterken bir adam vardı ki içten içe gülümseyen... Önündeki ekranda milimetrik işlerle uğraşırken, aklı bir başka yerdeki milim hesaplarına işleyen...

Senem ve ben de tam tepesine dikilmiş, elindeki işi bitirmesini beklerken, o adam artık dayanamadı ve ağzındaki baklayı çıkarttı: "Bugün saat 15:00'te Aras, ben ve Hürücan doktora gittik. Ve doktor ilk olarak bize bebeğin pipisini gösterdi!"

Cemal'in hayatını değiştiren milim gunlerdir, aylardır sabahtan akşama gözünü dikip baktığı dev bilgisayar ekranında değil, doktorun ultrason cihazındaki el kadar ekranda ortaya çıktı.

Şirketteki kız annelerine duyurulur. Mert'in yakışıklı oğlundan sonra bir tane daha geliyor! Marjinal'de dengeler değişiyor!

Cemal'in yüzünde güller açıyor!

"Darısı erkek çocuk isteyenlerin başına" diyerek bu adamın hikayesi de burada sona eriyor."

15 Ağustos 2008 Cuma

Bugün

Bugün seni göreceğimiz gün. Dolayısıyla çok mutlu ve heyecanlıyız. Ben dün de belirttiğim gibi kaygılıyım da. Saat 15'i bekliyoruz.

Bugün aynı zamanda anneannenin doğumgünü. Büyüdüğünde sen de göreceksin ki benim hayatımda çok büyük bir yer kaplar anneannen. Yıllardır birbirimizden farklı şehirlerde olmamıza rağmen hep yanyana gibiyiz. Öyle ki ne giydiğimi, ne yediğimi bile bilir çoğu zaman. Ve ne giydiğime de çoğu zaman kızar. 

Anneannen her şeyden önce dostumdur benim. Dostlarımdan önce onunla paylaştığım çok şey vardır. Ve genel olarak sınırları umursamayız birbirimizle sohbet ederken. Anneliğini de hep hissettirir elbet bana. Ki insan yaşamında ne büyük ihtiyaçtır bir anne... Güven, huzur, her daim süren bir sevgi.

Onun anneliğini en çok hissettiğim günlerden birini hiç unutamam. Deniz sezonu bitmek üzereydi. Kuzenimle yüzüyorduk, denizde bir kadın daha vardı. Kuzenim açıldı. Kadın hep boyu aşmayan yerlerde yüzme alıştırması yapıyordu. Ben de bu işte usta değildim. Derken kayanın yanına doğru gitti kadın. Oraların diğer taraftan daha derin olduğunu bilmiyordu. Çırpınmaya başladı. Ben yardım için yanına gittim. Sanki tutup çıkarabilecekmişim gibi. Kadın beni dibe batırdı, bu sefer de ben boğuluyordum. Sanırım paniklediğinden çok güçlüydü. Can havliyle kadına maalesef bir tekme atıp kurtuldum. Sonrasında konuşa konuşa sakinleştire sakinleştire kadını kıyıya kadar çıkardım. Kıyıda bayıldı zaten korkudan. Bense gayet iyiydim. Yazlığın girişinde güle oynaya olayı babamlara anlattım olayı "az kalsın ölüyordum ha, iyi yırttım" tonunda. Sonra yolda birkaç kuzene anlattım sanki çok sıradan bir olaymış gibi; şakalar yapıp gülüştük. Diğer balkonda teyzemlerle annem oturuyordu. Karşımda onu gördüğüm an hiçbir şey düşünmeden ve konuşmadan ağlamaya başladım. 

İşte o gün annemi en çok hissettiğim günlerden biriydi. 

Anneannen gerçekten iyi ki doğdu. Gelecek sene 15 ağustosta sürpriz yapıp yazlığın kapısına dayanalım. Ne dersin?


Dün (ya da yöresel söyleyişle "düneyn")

Bu kadar olmaz! Öğrencilik günlerime dair anlattığım anının üstüne "Gebelikte egzersiz" dersine gitmek için yola çıktım. Her zamanki gibi arka sıralardaki yerimi aldım. Ekrana baktım, o da ne. Kocaman puntolarla "Gebelikte ruh sağlığı" yazıyor. Meğer benim derste verilen ve nasıl olsa internette var diyerek attığım listeyle internetteki liste farklıymış. Yine karışmış işler. Neyse ki egzersiz dersinde eşofman zorunlu değildi. Rezillik!

Eğitimden çıkınca Marjinal'in 15. yıl kutlamasına gittim. Coşkulu bir ortam vardı ve ortamın en coşkun insanı kuşkusuz babandı. Zaman zaman ben de katıldım ona ama seni çok sarsmadan... Dün gece son jenerasyon Marjinal bebeler ilk kez bir araya geldiniz (Hıdrellezde hepiniz orda mıydınız emin değilim). Son olmayacağı kesin...

Baban böyle gecelerde eğlendikçe içer, içtikçe eğlenir ve nihayetinde mutlaka çakırkeyf olur. Bu halden bizim payımıza düşen de bol bol öpücük ve sarılma... 

Gelecek yıl ağustos ayının ikinci haftasında, bir adam hiç tanımadığın bir kokuyla (bira diyor yetişkinler buna) yatağına eğilir, seni uykunun en tatlı zamanında kaldırır ve öpücüklere boğarsa; bu kişi bil ki Marjinal'in 16. yıl kutlamasından henüz dönmüş babandır. Sen de boş durma gülücüklerinle iyice sarhoş et onu olur mu?

14 Ağustos 2008 Perşembe

Yeni eğitimler

Öğrencilik günleri bitti ama eğitimler bitmedi. Geçtiğimiz hafta doğum öncesi eğitime başladık. Başladık diyorum çünkü ilk eğitime babanla birlikte katıldık. Bundan sonrasında ise ben daha çok yalnız olacağım. Baban mümkün olursa "Doğuma hazırlık ve doğum nefes egzersizleri", "Bebek bakımı ve sağlığı", "Bebek beslenmesi" eğitimlerinde eşlik edecek bana.

Bugünkü eğitim "Gebelikte egzersiz. Teorik ve uygulamalar". Hafta içi 3-5 gün yüzdüğüm yetmiyor bir de bugün egzersiz eğitimi. Neyse ki arada kek ve meyve suyu ikramı var. Spor salonunda onu da vermiyorlar...

Böyle eğitimlere falan katılıyorum ama çevrenin bana olan güveni sıfır. Teyzem sen beceremezsin diyerek doğum gününden itibaren bize gelmeye karar verdi daha hamile olduğumu duyar duymaz. Açıkçası benim de işime geldi bu. Böylece altını değiştirme sayım hiç olmazsa bir anda yarı yarıya azaldı. Evet üzgünüm ama o iş çok gözümde büyüyor. Mümkünse altını hep babanla, Müzü değiştirsin ben pudralama ve popoya öpücük kondurma kısmında devreye gireyim.

Şimdi böyle konuşuyorum ama ilerde belki ben de bebeği kaka yaptıkça rahatlayan veya bebek üzerine fışşşş diye çiş yaptığında gülen annelerden olurum. 

Bilemiyorum.


Öğrencilik günleri

Öğrencilik günlerine değinmişken biraz devam edeyim... Annenin uzmanlık alanı sınav kazanmaktır canım; ama asla iyi bir öğrenci olmak değil. Senden "iyi bir öğrenci" olmanı talep ederken sanırım hep azıcık bir utanç olacak içimde. Sen de sakın bu kötü yönümü sık sık yüzüme vurup iyice mahcup etme beni. İşin kötüsü baban benden de vahim durumda. Sanırım sana ancak abini örnek gösterebileceğiz...

Rakamlarla üniversite yaşamım şöyle:

ÖSS'ye giriş - 3 kez - 1995/1997/2005
Üniversiteye kayıt - 3 kez - 9 Eylül Edebiyat/Mimar Sinan Edebiyat/Marmara Radyo TV
Üniversiteden atılma - 2 kez - 1998, 2000
Toplam üniversitede kalış süresi -9.5 yıl- 9 Eylül 2 yıl/MSÜ 7 yıl/MÜ 0.5 yıl
Sınav kaçırma - Sayılamayacak kadar çok
Derse girmeme - Sayılamayacak kadar çok
Dolayısıyla devamsızlıktan kalma - Sayılamayacak kadar çok

veeee sonuç olarak

Toplam diploma sayısı - 1

Karakteristik bir öğrencilik günü hikayemle bitireyim bu acı mevzuyu. Yine bir sınav dönemiydi ve o kadar çok sınav bana yine bunaltıcı gelmekteydi. Elemeye karar verdim sınavları. Aynı günde olan iki sınavdan birine çalışıyorum. Sınav günü gelip çatıyor. Sınavlardan elediğim saat 9'da, gireceğim saat 11'de. Elimde kalemim saat 11'i biraz geçe okulda oluyorum, sınav başlamış. Kafayı bir uzatıyorum içerde bambaşka bir sınavın hocası. "Hocam bilmem ne sınavı???" diyorum... O sabahtı diyor, ama Hürücan bu da senin sınavın. Aynı günde biri güya bilinçli 3 sınav kaçırarak sanırım bir ilke imza atıyorum. Ve sonra doğru eve gidip uyuyorum. He he.

Boynuzun kulağı geçeceğine eminim. Kulakta çok iş yok gördüğün gibi. Boynuz kulağı geçecek derken yukarda anlattıklarımı kastetmiyorum biliyorsun. Güzel güzel derslerine çalışıp, okuluna devam et e mi yavrucuğum. Bizi de geçmişimizle sakın ha yargılama.


Sadece bir gün sonra

Yarın seni göreceğiz. Bu sefer de her zamanki gibi kaygılar kapladı içimi. Son saatlerde, sonra son dakikalarda artan bir hızla devam edecek bu kaygılar. Taa ki seni o ekranda görene kadar. Bir nevi sınav öncesi sendromu yaşıyorum yine... 

Öğrenciyken az çalıştığım sınavlardan kaçmak çok kolay olurdu. Sabahları uyanır "zayıf alacağıma uyumaya devam edeyim" der ve uyumaya devam ederdim. Ev arkadaşlarım az mı savaştılar benimle bu konuda. İşler bir dönem öyle bir noktaya gelmişti ki Müge Teyzen beni zorla uyandırmakla yetinmez, salonda ve oturur pozisyonda görene dek evden çıkmazdı. Salonda oturur pozisyondan yatakta uyur pozisyona geçmek için çok fazla beklemediğimi anlaması uzun sürmedi tabii. 

Uykuya çabuk dönebilme huyum senin varlığında işimi zorlaştırmıyor kolaylaştırıyor tabii. Gece iki, üç kez tuvalete kalkıp sonra mışıl mışıl uykuya dönebiliyorum ne güzel. Önceden yataktan doğrulduğum anda "nereye?" diye soran baban da çoktan alıştı bu yeni duruma. Kalkıyorum, yeniden yatıyorum, tekrar kalkıyorum, başka yatağa geçiyorum baban hiç tınmıyor. O da rahat, ben de... Her gece defalarca uykuya yeniden ve yeniden dalıyorum. Pek çok rüya da cabası.

Gece gelirsen doğumdan hemen sonra da mışıl mışıl uyur muyum acaba? Yoksa bu huyumu değiştirmek de yalnız sana mı nasip olacak? 

Sanırım öyle...

12 Ağustos 2008 Salı

Babandan benim için.

Bu şiirlerden ilkini, çekmeceme sevdiğim kurabiyelerle birlikte bırakmıştı baban. Çok mutlu bir andı. Üstelik leziz...

İsimsiz

Ölümü düşünür oldum

Daha önümde uzun yıllar varken

Ölümü düşünmem hastalıktan

ve karamsarlıktan değil

Gelecek adına iyimserim

Gelecek olan yakın ölümü değil

Bana çok çok uzaklardaki

Ölümü düşünür ve korkar oldum

Çünkü benim bir can’ım var.

***

O

Gardiyanım O’ysa eğer

Razıyım ben bir ömür boyuna

Eğer değilse razı değilim

Bir saniyesine bile mahpusluğun

***

İsimsiz 2

Sana sevdalanmak

Acı çekmekse eğer

Ben çoktan balıklama atlamışım

Acı denizinin derinliklerine

Bir minik masal

Yıllar yıllar önce yazmıştım babana. Sayende bir kez daha hatırladım. Ne mutlu ki baban hala harika fasülye pişiriyor ve ben hala babana dönen çemberleri seviyorum sadece...

Gökten sade iki elmanın düştüğü tatlı bir masal

Küçük bir kız çocuğu...

Boyundan büyük sevgilere kalkışmış!

Koca bir adam ve kibrit çöplerinden bir ev

düşlemiş...

Adamın fasulye pişirdiği kadının şımarıklık yaptığı

yemek saatlerini beklemiş.

Fasulyenin dibi tutsun istemiş,

sevişmenin tatlı unutkanlığından...

 

Küçük bir kız çocuğu...

Aşık olmuş,

aldırmadan çemberin çevresinin kaç metre olduğuna

O hep, inatla sevgilisine dönen çemberleri sevmiş

Bir de çocukken beline takıp çevirdigi çemberleri

ve her seferinde beceremediği

ve her seferinde herkesten önce düşürdüğü belinden

ve yine de bir oyun olduğunun farkında olduğu zamanlardaki gibi.

Bugün de aşk çemberini sürekli çevirip çevirip düşmesine aldanmadan yine takmış beline

çünkü dedik ya

küçük bir kız çocuğu

aşık olmuş...

Ve bütün sevdiği çemberler sevgilisinin çevresinde dönenlermiş


Küçük bir kız çocuğu

adamı her düşündüğünde anlamış

o birlikte gittikleri oyundaki "tek birine hediye edilen, biriktirilen sevgileri"...

 

Kız çocuğu tüm biriktirdiklerini getirip koymuş adamın önüne

ve adam fısıldamış küçük aşık kadının kulağına

"Fasulyeyi ocakta unuttuk"

Anlar...

Bir dönem babanla unutamadığım anlarımızı yazmışım tek tek. 70 maddelik bir liste... O günden bugüne yepyeni ve güzel anlar eklendi tabii listeye. Senin için o ilk listeden en sevdiklerimi seçtim.

  1. Aşıkken sahilde ilk oturduğumuz gün. Müge, Yasemin, Cemal ve ben... Cemal’in peçeteden SS yapışı ve gizliden gösterişi.
  2. İlk ayrılığımız, tam da durağın orada ayrıldığımız anda yağmur yağmaya başlaması. Dönüp arkama bakamamam.
  3. Balon vurma yarışlarımız. Bir keresinde Bebek’te paramızın büyük çoğunluğunu bu işe ayırmamız.
  4. Spor salonunda 60 kilo kaldırdığını söyleyince beni de iki eliyle havaya kaldırabilir mi acaba diye düşünmemiz ve bunu ciddi ciddi denememiz. Sonra Cemal’in rahat tutamıyorum diyerek mızıklanması...
  5. Ameliyat olduğum gün, narkozdan uyandığımda annemin cemalin aradığını söylemesi ve anında ağlamaya başlamam.
  6. Cemal’in banyodaki duşun tutacağını aşağıya aldığı gün. Cemal’in benim yaşamımı kolaylaştırmak için yüzlerce şey yaptığı her gün.
  7. Cemal’e “kiraz mevsiminin sevişme vakti olduğunu” söyleyen şiirle birlikte bir kutu içinde bir sürü kiraz göndermem.
  8. Dönüş filmini izledikten sonra, Beyoğlu’ndan Nişantaşı’na sessizce yürüdüğümüz gün.
  9. Cemal’e doğumgününde sandalet almak istemem, aradığımı bulamayınca öylesine bir tane almam. Tam buluşmaya giderken aradığım sandaleti vitrinde görünce onu da almam. O gece ona iki sandalet hediye etmem.
  10. Parktaki tuvaletin arkasında duvar yazıların önünde resmimi çekmesi ve o resmi hep çok sevmesi.
  11. Bir kış günü altımıza bir leğen alıp parktaki yokuşlardan birinde kaymamız. Benim bunu sadece Cemal varken yapabilmem, o yanımdayken hiç endişelenmemem.
  12. Yazı Tura filminde adam niye kulağı kesti diye saatlerce tartışmamız sonra küsüp yatmamız.
  13. Cemalin parmaklarıyla mesafeleri ölçmesi ve oraya kaç saatte gidilebileceğini söylemesi. Kafadan attığı istatistikler.
  14. Olimpostaki barda ne zaman halay çekmek için kalksa müziğin susması, halay ekibinin dağılması.
  15. Cemalin eve yeni sifon taktığında “Beydağ bak evi yavaş yavaş yenilemeye başladık” demesi.

Babandan...

Baban bana olan sevgisini çoğu zaman bakışlarıyla, sarılışlarıyla, benim için yaptıklarıyla gösterir. Kimi zaman da kelimelerle... İşte onlardan aklımda kalan birkaç tanesi. Olur da günün birinde gönlünü çalan kız için ilham verir sana. Aklıma geldikçe geliştiririm listeyi.

Çakırkeyf olmayı severim, ama artık çakırkeyf değil sarhoşum. Acı çekiyorum.

Aşkını bir türlü itiraf edemezken.

Seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum.

Aşkını ilk kez itiraf ederken

Nazım Vera’yı bırakıp gittiğinde onu unutabilseydi giderdim. Ama unutamadı.

Birlikteliğin sorgulandığı ilk günlerde...

Öksüz kalmış Filistinli çocuklar gibiyim.

Bir ayrılık zamanında...

Nefes almak için aradım, tekrar dalacağım

Bir ayrılık zamanında telefonda...

Hayat sensiz sadece siyah beyaz.

Özlem dolu günlerin sonunda.

Sen beni gün içinde özlüyor musun? Ben bazen akşam olsun diye sabırsızlanıyorum.

Durup dururken...

Seni kısrağını seven bir seyis gibi seviyorum

Geçtiğimiz günlerde bir telefon mesajı

Hisli bir gün bugün.

Babandan kimi romantik aforizmalar yazayım bugün diye düşünmüştüm sana. Sonra hatırlayamadıklarım için maillere dönüp şöyle bir bakayım dedim. Neler çıkmadı ki karşıma... Onun bana yazdığı şiirler, benim ona yazdığım yazılar, anlar tarihçesi... Hadi bugün biraz romantik bir gün olsun. Onlardan bazılarını paylaşayım seninle. 

Kitabının birkaç sayfası üstüste aşk koksun.

11 Ağustos 2008 Pazartesi

İlk hediyeler...

Sana sadece yaşamımızda bir yer açmadık, dolabımızda da açtık. Şimdiden bir minik torba eşyan var. Arada ister istemez çıkarıp seviyorum onları. Sen daha bu kadar küçücükken sana hediyeler alan insanların elbette normal olduğu söylenemez. Bu biraz fazla heyecandan muzdarip insanlar: ben, anneannen ve Osman Amcan (birçok kişi ona Osman Baba diyor ama sen istersen baban gibi Bayrak da diyebilirsin).

İlk hediyeni Osman Amcan bir yurt dışı seyahatinden dönerken getirdi. Minik, beyaz bir kız çocuğu ayakkabısı... Öyle sevimli bir şey ki uzun süre kitaplığımızın bir köşesinde kaldı. Şimdi bu ayakkabı Marjinal bebelerden biri kız olursa devir teslim töreniyle el değiştirecek. 

Sonraki hediyeler anneannenden geldi. Minik zıbınlar ve birkaç küçük tatlı tulum. Bu kıyafetleri en az beş on kez çıkarıp sonra tekrar katlayarak kaldırmışımdır. Ne yapayım çok sevimliler.

Benim aldıklarım belki de hediye sayılmıyordur (ki çok can sıkıcı olur bu) ama kendimi de bu listeye dahil edeceğim. 3 beyaz tulum aldım sana. Kesinlikle ihtiyaçtan değil, sana bir şeyler alma zevkini yaşamak içindi bu ilk alışveriş.

Son olarak; Osman Amcan yine bir yurt dışı seyahatinden senin için hediyeler getirmiş. Bu kez küçük beyler için tabii... Akşam olmasını ve ilerde sen kokacak bu minik şeyleri görmeyi sabırsızlıkla bekliyorum.

Osman Amcanın yurt dışı seyahatlerini de çok seviyoruz değil mi?

Babası sen de elini cebine at artık! "Torba"da senin de tuzun bulunsun.

Eee senden ne haber?

Sahi sen neler yapmaktasın, varlığını annene ne zaman duyuracaksın? Kulağım hep sende, kimi zaman nefes bile almayıp vücudumu dinliyorum senden bir haber, bir minik "tık" alırım diye ama hala bir gelişme yok. Sen mi tembelsin ben mi çok şişkoyum bilemiyorum. Cuma günkü randevumuzda Generalden bu konuyla ilgili bir açıklama isteyeceğim.

Bu randevumuza abin de gelecek; böylece seninle gerçekten tanışmış olacak. Aslında babanla ben de her seferinde bir daha tanışıyoruz seninle. Önce minik bir pirinç tanesiydin, sonra iki üç santimlik belirsiz bir şekil ve nihayet bir minik minyatür bebek... Tabii bunlar henüz buzdağının görünen kısımları. Asıl tanışıklıklar doğumdan sonra başlayacak. 

9 ay bir bebeğe kavuşmak için fazla uzun değil mi? Hele ki böyle sevinçle bekleniyorsa...

Zor da olsa alış bu sıcaklara

Sonunda döndük. Bütün işler bekler ama blog beklemez... Kesin sen de hissetmişsindir uzun ve sıcak bir tatildeydik. Mersin-Adana hattı öyle sıcaktı ve öyle çok terledik ki isilik olduk. Biz kaşınıp dururken sen sabit sıcaklığın keyfini çıkardın tabii... Yaşasın amniyon sıvısı! Doğduktan sonra yazları en az bir hafta oralarda olacağına göre çok da sevinme küçük bey. Sen de gün gelip boğuşacaksın bu sıcaklarla...

Bir hafta içinde epey kişiyle tanıştın; babaannen, Fatma halan ve kızları, kuzenin Deniz, Müzeyyen Teyzen, Cemal deden... Tabii kadro bu kişilerle sınırlı değildi. Abin, Öznur Halan, Elife halan, Anneannen, Taylan kuzenin, Barış dayın, Ozan Dayın ve ailesi... Bu kadar kalabalığı bir arada bir de ancak doğum gününde görürsün... Herkesin ortak bir heyecanı vardı: sen.

Tatildeyken babanla, seninle çıkacağımız tatillerin hayalini kurduk. Seni denize ilk sokacağımız gün, kumlarda oynayışın... Abin seni mutlaka yüzme kursuna göndermemiz gerektiğini söyledi. Ben anında seni minicik mayonla canlandırdım kafamda... Öyle tatlıydın ki sahilde bir minik oğlan çocuğu olsa hiç durmaz gider sımsıkı kucaklardım. 

Annen tam bir "kucağa alıştırma bebeği" karşıtı. Seni alıştıracağım ilk şey de şüphesiz kucak olacak bebecik. Sıcak, yumuşacık, sevgi dolu çeşit çeşit kucaklar... Hep sana açık. 

Umarım kocaman bir adam olduğunda bile sığınırsın gelip bu kucaklara. Sarıp sarmalarız seni.


4 Ağustos 2008 Pazartesi

Anneni beklerken...

Sevgili yaz bebesi,
Siz şimdi tatildesiniz ya ailecek, ben unutmuş gitmişim. Saat şu an sabah 9.50. Az önce annenin oturduğu yere doğru bakıp "Hürücan nerede acaba, bu saate çoktan gelirdi" diye geçirdim aklımdan. Sonra bir an tatilde olduğunuzu hatırlayıp kendi kendime güldüm. Özlemişim anneni. Ama emin ol, burada olsaydı sırf senden konuşurduk : ) iyi tatiller...