19 Ekim 2009 Pazartesi

Bir Ünsal Hoca Varmış...

Sevgili Fırat,
Dün bizleri çok üzen bir haber aldık. Prof. Dr. Ünsal Oskay'ın ölüm haberiydi bu. Türkiye'de "İletişim" dendiğine akla gelen ilk insan, gerçek bir aydın, tam bir entelektüel ve ne şanslıyım ki benim Ünsal Hocam.
Sana biraz ondan bahsetmek istiyorum. Ama birazcık araştırmayla öğrenebileceğin şurada doğdu, burada eğitim aldı, şu kitapları yazdı bilgilerinden değil de bizim (öğrencilerinin) onu tanıdığı şekliyle anlatmak isterim.
Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi 401 no'lu sınıfı onun derslerinde gördüğü kalabalığı başka hiçbir derste görmemiştir. Üstelik devam mecburiyetinden filan değil tamamen öğrencilerin Ünsal Hocayla birşeyler paylaşma isteğinden kaynaklanırdı bu kalabalık. Ağzında sigarası, elinde çayıyla anlatırdı.... neler neler anlatırdı... en büyük derdi bizlerin daha çok okumasını sağlayabilmekti. Bir dersinde eni konu hesap yapmıştı; günde bir saat yemek yapsanız, yumurta gibi basit yemekler yapıp fazla vakit kaybetmeyeceğinizi düşünüyorum, bir saat yemek yeseniz, bir saat banyo tuvalet gibi işlere vakit ayırsanız, dört saatiniz okulda geçse, 6 saat uyusanız, geriye 11 saat kalıyor! Bu zamanı geçirmenin en kıymetli yolu kitap okumaktır!
Ama sanma ki Ünsal Hoca sadece buna önem verirdi. Hiç de değil! Hayat çok değerliydi onun için "Çocuklar her zaman mükemmel bir eş bulamazsınız, ama o böyle şu şöyle diye yalnız kalmayın, iyi kötü biri mutlaka olsun hayatınızda, hayattan kopmayın" derdi :) En güzel anılarından biri bir gün sahilde karşılaştığı kendi kitabını okuyan "bir çift bacak"a dair anısıydı. Öyle güzel bir kızın kendi kitabını okumasından duyduğu memnuniyeti keyifle anlatırdı. Türkan Şoray'ın kirpikleri ise sanırım en büyük tutkusuydu :) Sınıftaki erkek öğrencilere "Arkadaşlar en az bir Cemal Süreya şiiri bilmeden bir kızı tavlayamazsınız" derdi. Yüzyıllık Yalnızlık'ın tamamını 3 günde son 10 sayfasını ise 10 günde okuduğunu bu kitabın ne zaman bahsi geçse gülümseyerek hatırlarım.
Dün akşam ATV'de Ünsal Hoca'nın ölüm haberini verirken onun iletişim sektöründe ne çok öğrenci yetiştirdiğindne bahsettiler. Sadece ATV'nin haber ekibinde bile kendisinden bahsedebilecek 5-6 öğrencisi vardı...
Türkiye'de iletişim sektörüyle ilgili her türlü soruya cevap verebilecek, birçok konuda kapsamlı ve anlamlı bakış açısı sunabilecek ender insanlardan biriydi...
Velhasıl Fıratçığım, hem iyi bir eğitmen hem iyi bir insandı hocamız. Gerçek bir kayıp bizler için. Umarım senin de hayatında böyle değerli hocaların olur. Umarım sana sadece bilgi değil, anlamlı bir dünya görüşü de verebilirler...
Sana Ünsal Hocamızın yazdığı ve tavsiye ettiği kitapları armağan etmek için sabırsızlıkla bekliyorum.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Bir yolculuğun sonunda

Annen gelişigüzel yolculukları, nereye çıkacağını bilmediği yollarda yürümeyi sever oğlum. Ve bazen insan önemsiz gibi görünen bir gezintiye çıktığında, gezinti onu hayatı boyunca unutamayacağı bir manzaraya çıkarır... Bugün nereye çıkacağını bilmediğim bir internet yolculuğunda bir dizeye düştü yolum. “Bir dağ bulur uzun uzun bakarım”. Bilmem kaç defa okudum bu dizeyi, şu son on beş dakika içinde. Okudukça işledi içime ve içime işledikçe anlamlandı.

Sonra bir filmden bir sahneyi hatırladım. Babalarını arayan iki çocuk filmin sonunda kocaman bir ağaca sarılıyorlardı koşarak. Çarpılmıştım. Sıkıla sıkıla üflüye püflüye upuzun bir filmi bu kısacık sahne için izlemiştim sanki.

Ve bir başka film sahnesi... İki deli rus oğlan, yıllar sonra babaları çıkıp gelmiş yaşamlarına. Bir yolculuğa çıkıyorlar hep beraber, uzlaşamıyorlar. Ve adam ölüyor bir biçimiyle. Bir kayıkta yatıyor cesedi. Çocuklar sahildeyken denize doğru sürüklenip gidiyor. Küçük hırçın çocuk koşuyor arkasından ilk kez “baba” diyerek. Bu sahnenin etkisinde kalıp bütün gece ağladığımı hatırladım. Zübeyde Halan tek bir sahne için bu kadar ağladığıma inanamıyor, “bak doğru söyle abimle bir şey mi oldu” diye sıkıştırıyordu beni. Oysa o tek bir sahne bütün bir gece ağlanmaya değerdi...

Biliyorum büyük ihtimalle apolitik bir oğlan olacaksın. Yaşam kaygıların da bizimkilerden bambaşka olacak. Varsın olsun; ama ne olur ağladığın birkaç film sahnesi, defalarca okuduğun birkaç dize, yürümekten keyif aldığın yollar da olsun...

“Bir dağ bulur uzun uzun bakarım” dizesini kucaklayan şiir şöyle bitiyordu:

“Şimdi senin uzanıp yattığın otlarda
Yarın yeni bir yeşillik büyüyecek”

Benim yeşilliğim sensin ve dağım da.

5 Ekim 2009 Pazartesi

Doğduğun güne dönüş

Oğlum,

Nasıl gözümden kaçmış bu! Doğduğun günü anlatmamışım sana... Oysa nasıl heyecanlı bir gündü. O gün erkenden uyanmıştım. Marjinal hamilelerin şerefine bir kahvaltı tertip edilmişti (böyle bir kalıp var evet). Yolda anneanneni aradım, bu kadar erken aramama şaşırıp “bebek mi geliyor yoksa” diye açtı telefonu. “Daha neler” dedim daha var... Kuzenin Duru’nun aramıza katılmasına sadece birkaç saat kalmıştı. Bir yandan da dayını arıyordum her şey yolunda mı diye...

Marjinal’deki keyifli kahvaltının ardından (Duru da sağlıklı bir kız çocuğu olarak doğmuştu bu arada), yorgan almak için Harbiye’de dolanmaya başladım. İştahım o kadar açıktı ki o mükellef (bunu da öğren, ne işine yarayacaksa) kahvaltının ardında bir de Aslı’dan su böreği ve portakal suyu ziyafeti çektim kendime. Yürüye yürüye Cevahir’e vardım. Yorganları bulup babanı bekledim. Öğle yemeğinde gelip beni eve uğurladı. O kadar yorulmuştum ki hemen uzandım yatağa. Haa öncesinde de sucuklu yumurtaları dürüm yapıp hüplettim (bunu zaten biliyorsundur).

Uzanalı henüz on dakika bile olmamıştı ki bir tık sesi duydum. Ve bir sıkışma hissettim. Tuvalete gittiğimde senin gelmeye niyetli olduğunu anladım. Neyse ki Müzi evdeydi. Anneanneni, babanı aradım önce. Herkes şoktaydı. Tam da istediğim gibi ☺ En başından beni senin işte aynen böyle gelmeni istemiştim. Randevuyla değil kapıya omzunla yüklenerek... Birden!

General Herman muayenesinde doğruladı geldiğini ve hemen doğum yapacağım hastaneye yönlendirdi beni. Kanalı tıkayan kitle (bunu unutalım hepimiz) dolayısıyla normal yollarla gelemeyecektin aramıza.

Her şey çok hızlı gelişiyordu. Yolda sürekli birilerini arıyordum, oğlum geliyor diye... İlk işaretle doğumhaneye girmem arasında sadece 1 saat vardı sanırım. Masaya yatmıştım fakat baban ortalarda yoktu. Doktoruma sürekli “Cemal’i bekleyeceksiniz değil mi?” diyordum. Anestezistin ısrarla bugün neler yediniz diye sormasına da kızıyordum. O kadar çok şey yemiştim ki... Üstelik sucuklu yumurtalı dürümü her seferinde “tost yemiştiniz değil mi?” diye tekrar ediyor ben de sanki bir önemi varmış gibi “yo yo ekmek arası yedim” diyordum.

Çok korktuğum anestezi kısmı zahmetsizce tamamlandıktan bir süre sonra baban girdi içeri yeşil ameliyat kıyafetleri içinde. İşin komik kısmı baban bu haliyle tıpkı yanı başımdaki anesteziste benziyordu. Ve ikisi de zaman zaman yanağımı okşuyordu. Bu iki adamdan hangisi kocam diye düşünürken Herman “Bunu hissettin mi?” dedi. Sonrası şimşek hızıyla gerçekleşti, bir anda sesini duydum. Şoktaydım. Minik bir temizlik operasyonundan sonra getirdiler seni yanıma. Ha bu arada doğduğun an baban deklanşöre basacağına kapama düğmesine basmış ve buna da acayip bozulmuştu.

Seni ve babanı alıp götürdüler. Nispeten sıkıntılı bir yarım saatten sonra yukarı size doğru yolculuğum başlamıştı. Asansörden iner inmez gördüğüm manzarayı hiç unutmayacağım. Aradığım herkes oradaydı neredeyse. Bu kadar insan nasıl bir araya geldi diye düşündüm. Çok da mutlu oldum. Kimler yoktu ki; abin, Barış dayın, Tuncay, Arzu, Gözde, Ceyda, İlker, Zübeyde Halan, Müzi...

O gün, o günün aslında hayatımın en mutlu günü olduğunu bilmiyordum. Seninle aramızda oluşacak bağın sağlamlığından bihaberdim. Kucağımda bir minik bebektin. Şaşkındım.

Bugün ne zaman düşünsem doğduğun günü içim heyecanla doluyor. Seni bu kadar severken, sana bu kadar bağlıyken dönüp o günü bir daha bir daha yaşamak isterdim.

Doğduğun gün, bugünkü büyük sevgimle kucaklamak isterdim seni.

Bugünkü gibi içime çekebilmek seni.