Bu blogda neler neler konuşuldu kimler kimler konakladı belki de bir onun adı geçmedi hiç. Hiç iz bırakmadı o. Bir seferinde hafiften kafaları bulmuşken beyoğlunda; azıcık bir üstünden geçti konunun. Bu bloga ne denli yazmak istediginden bahsetti ve şimdi az biraz kırıntısını bile hatırlamadığım yazamama nedenlerinden. Boşver be demiştim o zaman ona, senin geleceğinde bütün doğallıyla olacağından o kadar emindim ki... Ondan hiç kopmayacağımdan.
İnsanın kafasına bir fotoğraf gibi kazınan anlar vardır. Kimi zaman o anın yaşanmaktayken içinde olmasan da filmini çeker hani beynin. İşte benim beynimde öyle bir anısı vardır onun.
Kötü bir haber vermek için aradığımda bir yokuş çıkmaktadır, kesin yine bir yere yetişmenin telaşesinde. Telefonu kapatır devam eder yürümeye yokuşta ve durur sonra. O an yapmakta olduğu, yapacağı her şey anlamsız gelir. “Ne yapıyorum ben?” der ve ilk taksiye atlayıp kapımızı çalar. Kapıyı açtığım o anı, sarıldığımızı ve şeffaf torbadaki meyve sularını kaydetmektedir o sırada beynim. Filmin ilk kısmını yine bir kız kıza akşamında öğrenecektir...
O kadın yani senin Müge teyzen; annenin ciğerini bilir. Annen daha bir yemeğe uzatırken elini “yiyeyecek misin ki sen onu, yemezsin” der. Doğrudur, o tabak mutlaka tırtıklanıp bırakılır. Bir ortamdan kaçmak için bahane mi üretecek annen, hemen gözlerini devirip üç numaralı “bahane uydurduğunun farkındayım ama hadi takıl bakalım” bakışını atar.
Bazen bir çocuk gibi “ya Hürüüüüüü” deyip ve tabii azıcık da eğilip annenin omzuna kafasını koyar. Sığınır, sığındırır. Annenin yaşamının, tüm zamanlarda çekimli yüklemidir.
Hani bir keresinde senin için babanın beni sevdiği, benim onu sevdiğim gibi seven bir kadın dilerim en çok demiştim ya. Bir de benim birkaç iyi dostum var oğlum, hakikatli birkaç dost ama; işte onlar gibi, Müge teyzen gibi iyi dostlar dilerim sana.
Öyle ki kardeş bilesin onları,
Senin de telefonun bugün benimkinin çaldığı gibi sadece “ama ben seni çok seviyorum” demek isteyen bir dostun eliyle çalsın. Daha dün gündelik bir vedalaşmayla, tatlı bir sohbetle ayrılmışken üstelik... Öyle araya zaman, özlem falan da girmemişken.
Hadi bakalım, şimdi kapatıp blogu hemen Müge teyzeni ara. Bu yazıyı hatırlat ona. Git bir çayını iç, elini öp. Hayırsızlık etme. Kırarım boynuzunu iblis. Belki hazır gitmişken “bizimkiler” dizisiyle heba olan bir kuşağı da anlatır sana. Baksana bunca yıl sonra çıkıyor bilinç altımızdan kelimeler... Hey gidi yıllar...
Sahi sen bu blogu ilk kaç yaşına geldiğinde okuyacaksın?
20 Ağustos 2011 Cumartesi
7 Ağustos 2011 Pazar
Ve bir nehir akar gider
Sen çok güzel gülen bir çocuksun biliyor musun oğlum? Kikirdiyorsun, sonuna kadar neşeleniyorsun, hayatın hakkını veriyorsun. Sinirlendin mi de tam sinirleniyorsun ama... Kırıp döküyorsun, küsüp gidiyorsun. Keskin duygularında kendimi görüyorum. Dalgalanmalarında... Yüzünde minicik bir nokta gibi burnunun ucundaki kıvrımda...
Neler paylaşmıyoruz ki bu aralar seninle... Bir masal kitabın var benim bayılarak aldığım, onu okuyoruz sık sık. Hep aynı yerlerinde aynı soruları soruyorum sana ve sen hep aynı heyecanlı cevapları veriyorsun. Ölüp bitiyorum. Neler görmüş diye sorduğumda bir “balıklar, gemiler” deyişin var ki ses hafızamda bundan gayrisi olmasa gam yemem.
Sohbet ediyoruz artık seninle. Bir de kibarsın ki sorma. Ne yapacak olsan nezaketen izin istiyorsun “yapabilir miyim anne”, “ben de gelebilir miyim baba” ve birinden bir şey kopardığında mutlaka teşekkür ediyorsun “tişikür” ediyorsun daha doğrusu. Hiç “teşekkür et yavrum” diyen anne babalardan olmadığımız halde, kendi kendine geliştirdiğin bir şey işte.
Fenalıkların da az değil hani... Yemekleri doyduğun anda döküveriyorsun, bardaktı çanaktı, ipdaddi acımadan yere atıyorsun öylesine hobi olarak. Baban müthiş sabırla bunları karşılarken ben kızıp küsüyorum. “Benimle konuşma Fırat, üzüldüm” dediğimde öyle tatlı “konuşmak istiyorum ama, konuşacam. Baba annem bana küsmüş” deyişin var ki alelacele bir bahane bulup sarılıyorum sana.
Geçen gün biz adanada, baban istanbuldayken; kendiliğinden telefonda babana şöyle söyledin “babacığım seni çok seviyorum, artık gel”. Bunu değil yaşamak aradan günler geçtikten sonra hatırlamak bile gözlerimizi ıslattı babanla.
Bir deli oğlansın işte. Uzun zamandır takılmışız peşine, sürükleniyoruz o duygudan bu duyguya.
Ne iyi etmişiz de bir nehrin adını vermişiz sana.
Sen hep çağlayasın.
Neler paylaşmıyoruz ki bu aralar seninle... Bir masal kitabın var benim bayılarak aldığım, onu okuyoruz sık sık. Hep aynı yerlerinde aynı soruları soruyorum sana ve sen hep aynı heyecanlı cevapları veriyorsun. Ölüp bitiyorum. Neler görmüş diye sorduğumda bir “balıklar, gemiler” deyişin var ki ses hafızamda bundan gayrisi olmasa gam yemem.
Sohbet ediyoruz artık seninle. Bir de kibarsın ki sorma. Ne yapacak olsan nezaketen izin istiyorsun “yapabilir miyim anne”, “ben de gelebilir miyim baba” ve birinden bir şey kopardığında mutlaka teşekkür ediyorsun “tişikür” ediyorsun daha doğrusu. Hiç “teşekkür et yavrum” diyen anne babalardan olmadığımız halde, kendi kendine geliştirdiğin bir şey işte.
Fenalıkların da az değil hani... Yemekleri doyduğun anda döküveriyorsun, bardaktı çanaktı, ipdaddi acımadan yere atıyorsun öylesine hobi olarak. Baban müthiş sabırla bunları karşılarken ben kızıp küsüyorum. “Benimle konuşma Fırat, üzüldüm” dediğimde öyle tatlı “konuşmak istiyorum ama, konuşacam. Baba annem bana küsmüş” deyişin var ki alelacele bir bahane bulup sarılıyorum sana.
Geçen gün biz adanada, baban istanbuldayken; kendiliğinden telefonda babana şöyle söyledin “babacığım seni çok seviyorum, artık gel”. Bunu değil yaşamak aradan günler geçtikten sonra hatırlamak bile gözlerimizi ıslattı babanla.
Bir deli oğlansın işte. Uzun zamandır takılmışız peşine, sürükleniyoruz o duygudan bu duyguya.
Ne iyi etmişiz de bir nehrin adını vermişiz sana.
Sen hep çağlayasın.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)