11 Kasım 2012 Pazar

Bizim buralarda kıkırdamayanı sevmezler

Oğlum,

Doğduğun, ilk adımlarını attığın günlerin nostalji olduğu zamanlardayız. Eski birer hatıra gibi anıyoruz o günleri. Hızla akan hayatın içinde irili ufaklı hislenme durakları bırakarak bir yol çiziyorsun bize.

Seninle en sevdiğim şey, bir oyun oynarken ya da sana özgü mizah söz konusuyken ikimizin çok güldüğü anlar. O anlarda senin gözlerine, minik dişlerine bakıyorum... Sanırım hayatta kendimi en şanslı hissettiğim anlar... Nelere gülüyoruz?

Uydurmasyon kelimelere... “Napiyosun anne noş noş?”
Kakalı çişli esprilerine: “Ne yemek yapayim oğlum?” “Kaka çorbası, çiş”
Gıdıklamalara: En çok göbeğinden.
Şakacıktan kızmalarıma, şaşırmalarıma: Dans edeceğim dediğinde yerde zıp zıp zıplarken “ay bu ne iğrenççç bir dans” dememe.
Seni yenmelerime: Koşu yarışında, yatak üstünde savaşta seni yendiğimde, sen bana küsünce elimde değil kahkalara boğuluyorum. Bu seni daha da kızdırıyor. “Gülmesene, seni sevmiyorum anne.”
Benim komik yüz hareketlerime. Masal anlatırken bir anda senin yüzüne çok yakınlaşıp tuhaflıklar yapmama... Ve daha neler neler...

Bir çocuk düşlediğimde sen daha ortada yokken ya da karnımdayken... Hep güzel gülen, kıkırdayan, neşeli bir tip hayal etmiştim. Güzel gülen, olmadık anda gülme krizine giren, pıskırarak gülen, tebessüm eden insanları seviyorum.

Üniversiteli bir delikanlı olduğunda kızların kalbini o tatlı gülüşünle çalmazsan bozuşuruz, bebeğini gıdıklayıp onunla yatakta zevkten dört köşe zamanlar geçirmezsen bozuşuruz, yaptığın salakça birkaç hatanın üstüne dönüp kendine gülmezsen, sevdiğin kadınla küstüğünde ona çok ama çok kızgınken göz göze geldiğinizde dayanamayıp bir kerecik gülüp barışmazsan bozuşuruz, çok ciddi bir ortamda bir kerecik olsun gerilip gerilip sonunda bir kahkaha patlatmazsan bozuşuruz, çocuğuna çok kızgınken, kaşların çatılıyken gevşeyip gülmeye başlamazsan bozuşuruz.

Eğer mendebur bir herif olursan, şu yukardakileri yapmazsan; yaşına başına bakmam gelir gıdıklarım seni. Güldürür güldürür sonra sımsıkı sarılırım sana.

Sarılırım kuzum.

İmza: “Gül gül” diye yazı yazıp sonunda ağlayan annen. Ama yazar “sarılmak” demiş, “büyümek” demiş...

5 Nisan 2012 Perşembe

"Yan odadan melodiler"

Oğlum,

Sana niye bu kadar aralıklarla yazıyorum diye çok kızıyorum kendime... Ama bak dönüp dolasıp yine yazıyorum, ille de yazıyorum...

Seninle ilgili biriken her şey müthiş bir duygu yüküyle yer ediyor kalbimde. Ömrümde bir kez dinlediğim; sen bebekken dilime takılan ve nakarat kısmını defalarca sana ninni diye söylediğim bir şarkı yıllar sonra çıkınca karşıma; sanki yeniden kucağımda sıcaklığını hissediyorum. Sen de bu aralar nerden öğrendim bilmem, yeniden karnına giricem, burdan gireyim mi gibi muziplikler peşindesin.

Genelde insanlar, çocukluklarına, ilk gençlik yıllarına ait anılarını yüceltir, o günlere dönmek isterler. Neden bilmem bu yaşıma kadar hiç dönmek istemedim geçmişteki bir döneme. Hep en çok içinde bulunduğum yaşı sevdim. Seninle ilgili de aynen böyle hissediyorum. Hep senin tam da o an olduğun halini, o an olduğun Fırat’ı seviyorum.

Demek yaşam da sen de günden güne güzelleşiyorsunuz.

Neyse başa dönecek olursak; bu yaz babanla gittiğimiz Livaneli konserinde yaşadığım en güzel an; Livaneli’nin vokalistinin Sürgün’ü söylediği andı. Konserdeki pek çok kişinin küçük bir ihtiyaç molası olarak değerlendirdiği bu sayılı dakikalarda, ben gözlerimde yaşlarla senin sıcaklığını kucağımda yeniden hissediyordum. Sana ninni olarak mırıldandığım tüm şarkılar gibi Sürgün de yalnız seninle benimdi.

Anlayacağın dönmek istemem diye burun kıvırdığım geçmiş, geçmişimiz; aslında kalbimin bir odasında en güzel anlarıyla, kokularıyla öyle kalakaldığı, yaşamın bir kıyısında hep yeniden yaşandığı için o kadar uzak ve ulaşılmaz gelmiyor bana.

Ne demişti şair:
Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında

Güzel oğlum benim, senin dokunduğun her şey kalbimdeki o odaya kurulup, yeniden hatırlanacağı günü bekliyor.

Ve bu blogun yazarı sana tam da bu odadan sesleniyor.