21 Nisan 2018 Cumartesi

Senin o saf, büyümeyen yanın

Dün babanla yemeğe çıktığımız için seni dayına bıraktık. Gitmeden önce bana orada youtube izleyemedigini söyledin ve ben de Barışların yatak odasında izlemeni önerdim. Sen de "Tamam ama bunu Barış'a söyle' dedin. Nedense çok da önemli olduğunu düşünmedim ve belki de bu yüzden unuttum. Döndüğümde "Youtube izleyemedigini, ipadinin sesini açamadığını çünkü benim Barış'a yatak odasını kullanmanla ilgili bilgi vermediğimi" söyledin. Bir kere daha şaşırttı beni senin yaşam karşısındaki inceliğin ve bir yandan da utangaçlığın. Bir başkası rahatsız olmasın diye cihazını sessiz modda kullanman minik bir şey gibi görünse de aslında o kadar önemli ki. Eğer başkalarını hiç umursamayan bir çocuk ve büyüdüğünde de kendinden başka kimseyi düşünmeyen bir bencil olsaydın kendimi çok kötü hissederdim.

İyi insan olmakla ilgili şeyler bana insanın anne babasıyla ilgili şeyler gibi geliyor. Sana kazandırdığımız bazı şeyler çok iyi görünse de zamanı geldiğinde canını yakacak. Neden, nasıl soruları beyninde dolancak senin de bizim gibi. İnsanların nasıl olup da böyle kötü olmayı başardığına akıl sır erdiremeyeceksin ama sen elinden başka türlüsü gelmediği için yine olduğun insan gibi davranmaya devam edeceksin. Ezmeyeceksin, sömürmeyeceksin, her yolu mübah görmeyeceksin. Ve ne yapalım bazen de işte sırf bu yüzden üzüleceksin.

Ne diyordu Ahmed Arif şiirinde Adiloş Bebe'ye:

"...Bunlar,
Engerekler ve çıyanlardır,
Bunlar,
Aşımıza, ekmeğimize
Göz koyanlardır,
Tanı bunları,
Tanı da büyü…

Bu, namustur
Künyemize kazınmış,
Bu da sabır,
Ağulardan süzülmüş.
Sarıl bunlara
Sarıl da büyü."

Kara kuzum benim. Güzel, iyi oğlum.


18 Mart 2018 Pazar

Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü...

Geçtiğimiz gün buradaki yeni markamız Pomchick için hazırladığımız siparişleri yüklenip post office'e giderken bu türkü geldi aklıma... Taktım kulaklığımı neşe içinde kendimi minik yokuştan aşağıya doğru bıraktım.

Ağzımda bal gibi tatlı bir türkü
Kazanırım çocuklarıma ekmek parası

O gün o yokuştan aşağı kulağımda ve dilimde bu şarkıyla inerken içimde müthiş bir huzur ve mutluluk vardı. Yaşama daha sıkı sıkı tutunmak, daha çok şey denemek, belki daha çok yenilmek ama daha çok umut etmek için her zaman bir motivasyon kaynağımız vardı çünkü. Çocuklarımıza ekmek parası kazanmak. Bu kadar net, bu kadar güzel.

40 yaşıma sayılı günler kala, elimde bir grup zarfla gururlu, ve mutlu, ve yorgun çarşıya yürürken kendimi çok güçlü hissettim biliyor musun?

Ekmek paranı hep alın terinle, emeğinle tertemiz kazan oğlum.

10 Mart 2018 Cumartesi

Ayrılık kime zor?

Bu ay hepimiz için büyük bir ilk yaşanıyor... Bir kilometre taşı :) Sen ilk kez arkadaşlarınla minik bir tatile çıkıyorsun. İlk okul gezine gidiyorsun... Burada 4. sınıfta 2 gecelik bir gezi tüm okullarda standart. Doz giderek artacak ve 6. sınıfa geldiginde bu kez bir haftalık bir tatile gideceksiniz. Mevzu ise şu; ben bunu ilk duyduğumda "Eyvah Firat nasil gitmeyi kabul edecek, nasıl ikna edeceğiz" diye düşünmüştüm. Şimdi o tarih yaklaştıkça görüyorum ki aslında ikna olması gereken kişi benim :) Aslında sen bizden sanırım daha bile hazırsın bu minik ayrılığa. İçimdeki kadın sürekli "El kadar bebenin ne işi var anasından babasından uzakta" diyor. Sanırım buradaki okullar sizinle birlikte bizi de eğitiyorlar. Dan diye pat diye adamın yüzüne söylüyorlar "başlatma kadın şimdi içindeki kadına, oğlun bü-yü-dü"

Biliyorum, oğlum büyüdü. Oğlum artık haksızlığa uğradığını düşündüğünde isyan ediyor, odasından çıktığımızda arkamızdan "kapıyı kapatın" diye sesleniyor, banyosunu kendi yapıyor, ev içinde daha az bizimle oluyor, Full House'a kafayı takıp günde 3-5 bölüm izliyor, izlerker bizi salondan kovuyor...

Ama biliyorum oğlum biraz da büyümedi. Hala haksız olduğunu bile bile "umrumda mı, yapmıyorum. Umrumda bile değil" diyor, yorganın içine girip hadi beni bulun diye çocukca saklambaç oynamak istiyor, üstüme hunharca atlayıp istemediğim şeyleri güle oynaya ben taaa "cemaaaaal kurtar beni" diyene kadar yapıyor. Ki çoğu zaman bu gıdıklama oluyor...

Sonuç olarak davanın kısmen reddine, kısmen kabulune karar veriyorum. Hem çok büyüdün hem hiç büyümedin.

Geziye gittiğin gün ne kadar hüzünlü olacaksam bir o kadar da sevinçli olacağım. Çünkü gitmenin en güzel yanı dönüp geldiğinde kavuşmak. Bir anneye, bir eve, bir yatağa, bir yuvaya... Önemsediğin ve seni önemseyen insanlara kavuşmak, alıştığın nesnelere kavuşmak. Annen mesela hem tatile giderken çok mutlu olur hem tatilden dönerken. Birinin ucunda keşfedecek pek çok yeni ve güzel şey, diğerinin ucunda alıştığın, güvendiğin sana huzur veren pek çok eski ama güzel şey var...

Yani demem o ki sen gidecek cesareti bulduktan sonra biz de seni bekleyecek cesareti buluruz canım oğlum.

İyi yolculuklar.

Seni bu ilk büyük yolculuğunun dönüşünde kocaman bir tencere anne sarması ve kocaman bir anne sarılmasıyla bekliyor olacağım.


17 Şubat 2018 Cumartesi

Köprünün altından akan tonlarca su

Pist,

Hadi gel babana bir sürpriz yapalım. Ona hiç söylemeden yeniden başlayayım bu bloga yazmaya :) Kendi kendine elbette fark etmez de ben guzel bir gun secer söylerim ona. Bir hediye gibi... Çünkü en çok o sevdi bu blogu, en çok o içlenerek ve hissederek okudu. Ve biliyor musun bu blogdaki bütün yazıların olduğu bir kitabı 50. yaşında hediye olarak aldı. Çok çok güzel bir gündü, bunu yazacağım sana...

Son yazıya bakıyorum, üzerinden yıllar geçmiş. Köprünün altından ne çok su akmış. Bir kere o okul projesi hayata geçememiş. En azından o yılda en azından İstanbul'da. Biz sana yeni bir okul bakarken kendimizi İngiltere'de bulduk. Bu giriş yazısından sonraki ilk yazı bu olmalı. İngiltere'ye geliş maceramız. Senin ilk günlerin ve bugünler...

Bu aralar subat dönem tatilindesin. Uyku saatin yok. Bugün sözde babanla yatacaktın. Sonra ben hadi o zaman yatağa dediğimde bana çok tatlı bir şekilde bakarak "yok yok ben odamda yatayım, biraz keyif yaparım" dedin. Maşallah bu keyif gece on ikiye kadar sürdü. Sonrasında yanıma uğradın ve konuşmak istedin. Okulca ilk kez gideceğin kamp için heyecanlıydın. Ve biraz konuşmak rahatlattı seni. Elinden gelse gitmeyeceksin ama gitmeden de büyünmüyor işte oğluşum. Sanırım seni rahatlatmayı ve ikna etmeyi başardım.

Senin kaygılarından kurtulup, gönül rahatlığıyla yattığın her uyku bana huzur oğlum.

Tatlı rüyalar

Annen

7 Nisan 2013 Pazar

Yalnızlar kulübü


Merhaba genç adam,

Bir zamanlar (Nuri Bilge Ceylan ödülünü yalnız ve güzel ülkesine ithaf ettiğinde) şöyle yazmıştım bir yerlerde, hepimiz biraz yalniz degil miyiz bu ulkede? bu ulkede cok baskin bir his gercekten de yalnizlik. cunku herkes kendinden farkli olani “oteki”lestirir yalnizlastirir burada. bu ulkede ermeniler yalnizdir, kurtler yalnizdir, okumus yazmislar yalnizdir, hic okuyup yazmamislar yalnizdir, cok konusanlar yalnizdir, az konusanlar yalnizdir.”

Sen de eğer toplumun geri kalanıyla aynı hislerle dolup taşmıyorsan, aynı verilerle aynı sonuçlara ulaşmıyorsan çok, pek çok kez yaşayacaksın bu yalnızlık hissini…

Ben neden yalnızım peki… Bazen çok basit şeylerden, mesela kahvaltıda çay içmediğimden, çayı hiç sevmediğimden… Efenim bir devlet kurumunun başından TCnin kalkmasını, efenim bayrağı, efenim vatanı, efenim toprağı, efenim andımızı hiç umursamadığımdan. Ve din denen naneyle ilgili hiçbir şey hissetmediğimden. Birinin eğer bir ilan metni hazırlamıyorsa ayrı yazılması gereken sıradan bir "de"yi "da"yı ayrı yazmamasını  umursamadığımdan.

Dedim ya herkes biraz yalnız bu ülkede... Hayat sana yalnız olduğunu hatırlatmak için hiçbir fırsatı kaçırmaz.

Ama! Gel gör ki bazen de sana “bak o da yalnız” der. Ve mesela işte bu yalnızlıklardan nice aşklar, nice dostluklar doğar. Baban mesela bir başka yalnız olarak girer hayatıma, bir ömür eli sıkı sıkı tutulur. Aşkla, dostlukla çoğalınır.

Senin okulunla ilgili pek çok konuda yalnızlık hissinden sonra ve senin adına bir karar almanın ağır sorumluluğuyla nihayet bir tercih yaptık. Belki bir zamanlar kendini yalnız hisseden ve birbirini buldukça çoğalan insanlardan oluşan Başka Bir Okul Mümkün Kooperatifi’nin üyesi oluyoruz. Sen umarım “ezilen” olmadığın, rahatça kendini ifade edebileceğin, gelir geçer (ve bizim genelde hiç umursamadığımız) konularda ceza almayacağın, yarış atı gibi koşmayacağın, soğuk günlerde senin için bir anlam ifade etmeyen törenlerde ayakta saatler geçirmeyeceğin, sadece sınavlarla değerlendirilmeyeceğin bir okulda okuyacaksın.

Seni de bizi de yeni bir dönem bekliyor… Bu kararla birlikte biz de artık, yabancısı olduğumuz “karşı yakaya” geçiyoruz. Sen doğduğun evden sonra ilk kez bir başka eve taşınıyorsun falan filan…

Hayatın boyunca zaman zaman kendini yalnız hissedeceksin. Hissetmelisin de. Ama başka bir okulun, başka bir sokağın, başka bir işyerinin, başka bir bakış açısının mümkün olduğunu da hep bilmelisin.

Başka bir hayat gerçekten mümkün oğlum. Çünkü hayat aslında yalnızlar için daha umut dolu.

Seni büyümüş, anlayan kara gözlerinden öperim.
Hep çocukluğunu göreceğim gözlerinden…

11 Kasım 2012 Pazar

Bizim buralarda kıkırdamayanı sevmezler

Oğlum,

Doğduğun, ilk adımlarını attığın günlerin nostalji olduğu zamanlardayız. Eski birer hatıra gibi anıyoruz o günleri. Hızla akan hayatın içinde irili ufaklı hislenme durakları bırakarak bir yol çiziyorsun bize.

Seninle en sevdiğim şey, bir oyun oynarken ya da sana özgü mizah söz konusuyken ikimizin çok güldüğü anlar. O anlarda senin gözlerine, minik dişlerine bakıyorum... Sanırım hayatta kendimi en şanslı hissettiğim anlar... Nelere gülüyoruz?

Uydurmasyon kelimelere... “Napiyosun anne noş noş?”
Kakalı çişli esprilerine: “Ne yemek yapayim oğlum?” “Kaka çorbası, çiş”
Gıdıklamalara: En çok göbeğinden.
Şakacıktan kızmalarıma, şaşırmalarıma: Dans edeceğim dediğinde yerde zıp zıp zıplarken “ay bu ne iğrenççç bir dans” dememe.
Seni yenmelerime: Koşu yarışında, yatak üstünde savaşta seni yendiğimde, sen bana küsünce elimde değil kahkalara boğuluyorum. Bu seni daha da kızdırıyor. “Gülmesene, seni sevmiyorum anne.”
Benim komik yüz hareketlerime. Masal anlatırken bir anda senin yüzüne çok yakınlaşıp tuhaflıklar yapmama... Ve daha neler neler...

Bir çocuk düşlediğimde sen daha ortada yokken ya da karnımdayken... Hep güzel gülen, kıkırdayan, neşeli bir tip hayal etmiştim. Güzel gülen, olmadık anda gülme krizine giren, pıskırarak gülen, tebessüm eden insanları seviyorum.

Üniversiteli bir delikanlı olduğunda kızların kalbini o tatlı gülüşünle çalmazsan bozuşuruz, bebeğini gıdıklayıp onunla yatakta zevkten dört köşe zamanlar geçirmezsen bozuşuruz, yaptığın salakça birkaç hatanın üstüne dönüp kendine gülmezsen, sevdiğin kadınla küstüğünde ona çok ama çok kızgınken göz göze geldiğinizde dayanamayıp bir kerecik gülüp barışmazsan bozuşuruz, çok ciddi bir ortamda bir kerecik olsun gerilip gerilip sonunda bir kahkaha patlatmazsan bozuşuruz, çocuğuna çok kızgınken, kaşların çatılıyken gevşeyip gülmeye başlamazsan bozuşuruz.

Eğer mendebur bir herif olursan, şu yukardakileri yapmazsan; yaşına başına bakmam gelir gıdıklarım seni. Güldürür güldürür sonra sımsıkı sarılırım sana.

Sarılırım kuzum.

İmza: “Gül gül” diye yazı yazıp sonunda ağlayan annen. Ama yazar “sarılmak” demiş, “büyümek” demiş...

5 Nisan 2012 Perşembe

"Yan odadan melodiler"

Oğlum,

Sana niye bu kadar aralıklarla yazıyorum diye çok kızıyorum kendime... Ama bak dönüp dolasıp yine yazıyorum, ille de yazıyorum...

Seninle ilgili biriken her şey müthiş bir duygu yüküyle yer ediyor kalbimde. Ömrümde bir kez dinlediğim; sen bebekken dilime takılan ve nakarat kısmını defalarca sana ninni diye söylediğim bir şarkı yıllar sonra çıkınca karşıma; sanki yeniden kucağımda sıcaklığını hissediyorum. Sen de bu aralar nerden öğrendim bilmem, yeniden karnına giricem, burdan gireyim mi gibi muziplikler peşindesin.

Genelde insanlar, çocukluklarına, ilk gençlik yıllarına ait anılarını yüceltir, o günlere dönmek isterler. Neden bilmem bu yaşıma kadar hiç dönmek istemedim geçmişteki bir döneme. Hep en çok içinde bulunduğum yaşı sevdim. Seninle ilgili de aynen böyle hissediyorum. Hep senin tam da o an olduğun halini, o an olduğun Fırat’ı seviyorum.

Demek yaşam da sen de günden güne güzelleşiyorsunuz.

Neyse başa dönecek olursak; bu yaz babanla gittiğimiz Livaneli konserinde yaşadığım en güzel an; Livaneli’nin vokalistinin Sürgün’ü söylediği andı. Konserdeki pek çok kişinin küçük bir ihtiyaç molası olarak değerlendirdiği bu sayılı dakikalarda, ben gözlerimde yaşlarla senin sıcaklığını kucağımda yeniden hissediyordum. Sana ninni olarak mırıldandığım tüm şarkılar gibi Sürgün de yalnız seninle benimdi.

Anlayacağın dönmek istemem diye burun kıvırdığım geçmiş, geçmişimiz; aslında kalbimin bir odasında en güzel anlarıyla, kokularıyla öyle kalakaldığı, yaşamın bir kıyısında hep yeniden yaşandığı için o kadar uzak ve ulaşılmaz gelmiyor bana.

Ne demişti şair:
Ne içindeyim zamanın
Ne de büsbütün dışında
Yekpare, geniş bir anın
Parçalanmaz akışında

Güzel oğlum benim, senin dokunduğun her şey kalbimdeki o odaya kurulup, yeniden hatırlanacağı günü bekliyor.

Ve bu blogun yazarı sana tam da bu odadan sesleniyor.

29 Eylül 2011 Perşembe

Tanıdık yabancılar

Bazen bir yürüyüşte olmanın en büyük anlamı o an orada senin gibi düşünen insanlarla birlikte olmaktır. Umuttur bu. Yalnız olmamaktır... Seninle aynı şeye ağlayan, aynı şeye gülen, aynı şeyi düşünen, aynı kavga için mücadele eden insanlar güçlendirir seni.

Senin için bu blogu yazdığımda, herkese açmaya karar verdim. Ortak bir emeğin ürünü olsun istiyordum bu blog. Fakat ne yazık ki elimiz klavyeye pek varmadığından çok sevdiğim insanlar -baban da dahil- çok da yazmadılar. Ama belki ondan da önemli bir şey yaptılar; okudular. Benim seni büyütme serüvenime tanıklık ettiler, gözyaşlarıma, kahkahalarıma, geçmişime, hayallerime. Bana yalnız olmadığımı hissettirdi bu blogun sessiz sakin okuyucuları. Yalnız tanıdıklarım mı? Ne mutlu ki hayır. Bazen yolu bu bloga düşen biri hiç tanımadığı bu kadının ve senin yaşamına giriverdi. Haberimiz bile olmadan.

Bugün bizimle aynı şeylere gülebilen, aynı şeyler için gözyaşı dökebilen bir blog misafirimiz şöyle yazmış:
“Nereden, nasil baslayacagimi bilemez bir halde yazmak istedim size. Nasil geldim buralara bilmiyorum ama bloglardan bloglara ucarken gordum Firat icin yazdiklarinizi. Once soyle bir baktim. Ilk yazidan basladim sonra. 2 aksamdir,cok naif,cok mutlu,ask dolu,sevmenin ve sevilmenin cok guzel ,cok gercek anlatildigi bir roman okudum sayenizde.

Ailemi,dostlarimi,memleketi (ustelik hemseriymisiz de mersinden),binlerce kilometre uzakta birakip sevdigim adamin pesinde dolasiyorum.Ve onun isi geregi de bazi aksamlar tek basimayim. 2 aksamdir ,yine tek basima evde otururken oyle guzel isittiniz icimi,oyle cok aglattiniz ki beni, oyle sevdim ki sizi,kendimle ilgili bu detaylari paylasiyor olmam da ondan.
Uzatmadan, Firat'a, size ve butun sevdiklerinize hep sevgi dolu, saglikli,uzun omurler dilerim. Iyi ki yazmissiniz ve iyi ki tesadufen tanimisim hepinizi. E-mailinizi bulamadigim icin buradan aradim sizi ve kendimi tutamadim,yazmak istedim. Rahatsiz ettiysem affola.”

Ne kadar kıymetli değil mi? Seninle ben burada konuşuyoruz ve bizim yaşamımız bir başkasınınkine dokunuyor. Ve tam da bizim gibi seven, sevdiğinin peşinden cesaretle giden bir kadın gelip bizim yanımızda soluklanıyor. Küçük ama anlamlı bir çoğalma bu…

Bu blog senin için küçük bey evet; ama biraz da bizim için biliyor musun? Yalnız olmadığımızı hissetmek için; dostlarla sohbet için.

Kıskanmayasın, benim tatlı ve bu aralar bir o kadar da huysuz olan oğlum.
Bu blogdaki her kelimenin altı senin için çarpan minik kalplerle çiziliyor çünkü.

20 Ağustos 2011 Cumartesi

Akşamüstü telefonunun gecesinde

Bu blogda neler neler konuşuldu kimler kimler konakladı belki de bir onun adı geçmedi hiç. Hiç iz bırakmadı o. Bir seferinde hafiften kafaları bulmuşken beyoğlunda; azıcık bir üstünden geçti konunun. Bu bloga ne denli yazmak istediginden bahsetti ve şimdi az biraz kırıntısını bile hatırlamadığım yazamama nedenlerinden. Boşver be demiştim o zaman ona, senin geleceğinde bütün doğallıyla olacağından o kadar emindim ki... Ondan hiç kopmayacağımdan.

İnsanın kafasına bir fotoğraf gibi kazınan anlar vardır. Kimi zaman o anın yaşanmaktayken içinde olmasan da filmini çeker hani beynin. İşte benim beynimde öyle bir anısı vardır onun.

Kötü bir haber vermek için aradığımda bir yokuş çıkmaktadır, kesin yine bir yere yetişmenin telaşesinde. Telefonu kapatır devam eder yürümeye yokuşta ve durur sonra. O an yapmakta olduğu, yapacağı her şey anlamsız gelir. “Ne yapıyorum ben?” der ve ilk taksiye atlayıp kapımızı çalar. Kapıyı açtığım o anı, sarıldığımızı ve şeffaf torbadaki meyve sularını kaydetmektedir o sırada beynim. Filmin ilk kısmını yine bir kız kıza akşamında öğrenecektir...

O kadın yani senin Müge teyzen; annenin ciğerini bilir. Annen daha bir yemeğe uzatırken elini “yiyeyecek misin ki sen onu, yemezsin” der. Doğrudur, o tabak mutlaka tırtıklanıp bırakılır. Bir ortamdan kaçmak için bahane mi üretecek annen, hemen gözlerini devirip üç numaralı “bahane uydurduğunun farkındayım ama hadi takıl bakalım” bakışını atar.

Bazen bir çocuk gibi “ya Hürüüüüüü” deyip ve tabii azıcık da eğilip annenin omzuna kafasını koyar. Sığınır, sığındırır. Annenin yaşamının, tüm zamanlarda çekimli yüklemidir.

Hani bir keresinde senin için babanın beni sevdiği, benim onu sevdiğim gibi seven bir kadın dilerim en çok demiştim ya. Bir de benim birkaç iyi dostum var oğlum, hakikatli birkaç dost ama; işte onlar gibi, Müge teyzen gibi iyi dostlar dilerim sana.
Öyle ki kardeş bilesin onları,

Senin de telefonun bugün benimkinin çaldığı gibi sadece “ama ben seni çok seviyorum” demek isteyen bir dostun eliyle çalsın. Daha dün gündelik bir vedalaşmayla, tatlı bir sohbetle ayrılmışken üstelik... Öyle araya zaman, özlem falan da girmemişken.
Hadi bakalım, şimdi kapatıp blogu hemen Müge teyzeni ara. Bu yazıyı hatırlat ona. Git bir çayını iç, elini öp. Hayırsızlık etme. Kırarım boynuzunu iblis. Belki hazır gitmişken “bizimkiler” dizisiyle heba olan bir kuşağı da anlatır sana. Baksana bunca yıl sonra çıkıyor bilinç altımızdan kelimeler... Hey gidi yıllar...

Sahi sen bu blogu ilk kaç yaşına geldiğinde okuyacaksın?

7 Ağustos 2011 Pazar

Ve bir nehir akar gider

Sen çok güzel gülen bir çocuksun biliyor musun oğlum? Kikirdiyorsun, sonuna kadar neşeleniyorsun, hayatın hakkını veriyorsun. Sinirlendin mi de tam sinirleniyorsun ama... Kırıp döküyorsun, küsüp gidiyorsun. Keskin duygularında kendimi görüyorum. Dalgalanmalarında... Yüzünde minicik bir nokta gibi burnunun ucundaki kıvrımda...

Neler paylaşmıyoruz ki bu aralar seninle... Bir masal kitabın var benim bayılarak aldığım, onu okuyoruz sık sık. Hep aynı yerlerinde aynı soruları soruyorum sana ve sen hep aynı heyecanlı cevapları veriyorsun. Ölüp bitiyorum. Neler görmüş diye sorduğumda bir “balıklar, gemiler” deyişin var ki ses hafızamda bundan gayrisi olmasa gam yemem.

Sohbet ediyoruz artık seninle. Bir de kibarsın ki sorma. Ne yapacak olsan nezaketen izin istiyorsun “yapabilir miyim anne”, “ben de gelebilir miyim baba” ve birinden bir şey kopardığında mutlaka teşekkür ediyorsun “tişikür” ediyorsun daha doğrusu. Hiç “teşekkür et yavrum” diyen anne babalardan olmadığımız halde, kendi kendine geliştirdiğin bir şey işte.

Fenalıkların da az değil hani... Yemekleri doyduğun anda döküveriyorsun, bardaktı çanaktı, ipdaddi acımadan yere atıyorsun öylesine hobi olarak. Baban müthiş sabırla bunları karşılarken ben kızıp küsüyorum. “Benimle konuşma Fırat, üzüldüm” dediğimde öyle tatlı “konuşmak istiyorum ama, konuşacam. Baba annem bana küsmüş” deyişin var ki alelacele bir bahane bulup sarılıyorum sana.

Geçen gün biz adanada, baban istanbuldayken; kendiliğinden telefonda babana şöyle söyledin “babacığım seni çok seviyorum, artık gel”. Bunu değil yaşamak aradan günler geçtikten sonra hatırlamak bile gözlerimizi ıslattı babanla.

Bir deli oğlansın işte. Uzun zamandır takılmışız peşine, sürükleniyoruz o duygudan bu duyguya.

Ne iyi etmişiz de bir nehrin adını vermişiz sana.

Sen hep çağlayasın.