29 Ağustos 2008 Cuma
iyiyim ben.
İşte o şiir
çırılçıplak heykeller
nefis rüyalarınız için
ey önünden geçen ak sakallı kasketli,
yırtık mintanından adaleleri gözüken
dilenci
sana önce
şiirlerin tadını
aşkların tadını
kitaplardan tattırmalıyım
resimlerden duyurmalıyım, resimlerden...
şu oğlan çocuğuna bak
fırça sallıyor
kokmuş manifaturacının ayağına
dörtyüzbin tekliğinden
on kuruş verecek
seni satmam çocuğum
dörtyüzbin tekliğe,
ne güzel kaslarin var
ne güzel bileklerin
hele ne ellerin var, ne ellerin.
söylemeliyim,
yok
yok... meydanlarda bağırmalıyım.
bu küçük
güllerin buram buram tüttüğü
anadolu şehri kahvesinde
kiraz mevsiminin
sevişme vakti olduğunu.
resimler seyrettirmeli, şiirler okutturmalıyım
baygınlık getiren şiirler
kiraz mevsimi, kiraz
küfelerle dolu pazar.
zambaklar geçiriyor bir kadın.
bir kadın bir bakraç yoğurt götürüyor
sallıyor boyacı çocuğu fırçasını
belediye kahvesinde hâlâ o eski, o yalancı
o biçimsiz bizans şarkısı.
sana nasıl bulsam, nasıl bilsem,
nasıl etsem nasıl yapsam da
meydanlarda bağırsam
sokak başlarında sazımı çalsam
anlatsam şu kiraz mevsiminin
para kazanmak mevsimi değil
sevişme vakti olduğunu...
bir kere duyursam hele güzelliğini, tadını,
sonra oturup hüngür hüngür ağlasam
boş geçirdiğim, bağırmadığım sustuğum günlere
mezarımda bu güzel, uzun kaşlı boyacı çocuğunun
oğlu bir şiir okusa
karacaoğlan'dan
orhan veli'den
yunus'tan, yunus'tan...
Sait Faik Abasıyanık
kiraz mevsimi
Ve yine annenle yoğun çalıştığımız günlerden birinde, mevsim baharken, dışarda, kırlarda deniz kenarında gezmek varken içimiz kıpır kıpırken, annenle aşagıda markete indik. Annen şöyle kocaman kocaman taneleri olan bir sürü kiraz aldı. Ben de üzerimize alınıp yukarıda güzel güzel yeriz diye düsünürken; Annen yazıcıdan "Kiraz mevsimi" şiirinin çıktısını aldı ve aldığı kirazı Cemal’e göndereceğini söyledi. Babanı düşündüm. Şanslıydı. Hürücan’ın sevgilisi olmak vardı ne güzeldi... Ben bu anektodu şu anda çalıştığım yerde bi arkadaşıma anlattım ve sonra dönüp annenin bloğunu açtım. Tıkladığım ilk yazıda annenin unutamadıklarını sıraladığı maddelerden birinde vardı bu. Yıllar sonra aklıma gelmişti ve yıllar sonra annen senin için yazmıştı.
Büyüyor musun?
"İlahi azrail"
İlhan Berk’in “eskitiyorum, eskitiyorum/kalıyor ne kadar güzel olduğun” dizelerini unutmak mümkün müdür? Bu dünyadan kendisi geçip gider ama gerisi kalır... Güzel bir şiiriyle hoşçakal diyelim gel biz de ona;
Ve yüzünü alıp çıktım. Öğleye doğruydu
Çıkrıkçılar yokuşuna yağmur yağıyordu
Ellerin ellerimde sessiz yürüyorduk ve
Kapkara bir oğlan durma bize bakıyordu
Tuhaf uzun bir sokaktı ve ben susuyordum
Bir kız memelerini bırakıp gidiyord
Âşıktım ve hep seni soyuyordum aklımda
Bir adam çarşıyı üstümüze kapıyordu
Kadınların kızların ardından gittim durdum
Öptüğüm yerlerin içimde durulmuyordu
Üç kez yokuşu indim çıktım boncuklar aldım
Kocaman kırmızı ağzın ki hiç bitmiyordu
Akşama doğru bir aşçı dükkânına girdim
Sana benzeyen incecik atlar geçiyordu
Sonra birdenbire büyük bir sessizlik oldu
Bu dünyadan İlhan Berk geçti dedim yürüdüm.
28 Ağustos 2008 Perşembe
Yapmazsın değil mi öyle şey...
Dayın neden bloga giremediğine dair bir mail atmış (işte hastanede yasakmış, zaten kendisi de teknoloji cahiliymiş falan filan) ve sonra şöyle yazmış:
“Ya bir de Fırat doğacak, büyüyecek, okumayı öğrenecek, kafası bazı şeylere basacak da yazılanları okuyacak-anlayacak. Sıkılır bee. O kadar yazıyı nasıl okusun. Aynen şöyle olacak:
- Oğlum bak senin için site yaptık. Okusana...
- Anne ya bi rahat bırak oyun oynuyom bilgisayarda. Okulda okuyorum yetmiyo mu? Zaten zorla dünya klasiklerini okutuyosun. hadi ikile...
Bak şimdi aklıma geldi. Ben de kızımın adını “dicle” mi koysam. :)) Ya da sen bir kızın olursa koyarsın. Fena olmaz. Sırf bunun için bi çocuk daha yapılır.:))
Bu arada kızıma isim tekliflerine açığım.”
Ailenin erkekleri kendilerinden yola çıkarak senin burda yazılanları okumayacağını, okusan bile anlamayacağını düşünüyor. Sen onlara zamanı geldiğnide gereken cevabı verirsin diye düşünüyorum.
Len okumazsan acayip bozulurum ha. Anlamazsan zaten yapacak bir şey yok bizim suçumuz der geçeriz. Ya genetik geçiş, ya yetersiz beslenmedir buna sebep...
Bir ölüm kalım hikayesi
Hakkıyla, severek yapılan her işe, her mesleğe saygım var. Ama bunlardan biri benim için çok özel önem taşıyor; doktorluk. Bu kişilerin işlerinin ciddiyetinin farkında olan ve bunu unutmayanlarını ne kadar seviyor ve onlara saygı duyuyorsam; mesleklerini sıradanlaştırmış olanlarından, malzemesinin insan ve yaşam olduğunu unutanlarından da o kadar nefret ediyorum.
Ozan dayınla bu hislerimi ve mesleğiyle ilgili kimi başka düşüncelerimi paylaştığım bir mailleşmede bir anısını anlatmıştı geçtiğimiz aylarda, bugün tekrar okuduğumda daha da etkiliyor beni bu hikaye. Çünkü artık bir de sen varsın. O kucaktaki bebeğin sen olma ihtimalini düşünüyorum. En büyük dileğim karşına onun gibi birinin çıkması olurdu böyle bir durumda. Senin bir insanın her şeyi, yavrusu olduğunu unutmayacak bir doktorun... Dayından dinleyelim gel o anıyı:
“Şimdiye kadar birçok kişinin hayatını kurtardık. Onun verdiği mutluluk ve huzur inanılmaz. Geçen 10 yaşında bir çocuk getirdiler. Nefes almıyor, kalbi çok az atıyordu. Yani ölmek üzere idi. Babası kucağında getirdi “kurtarın oğlumu” diye ağlıyordu. İnanmazsın gerçekten Jack gibi bir an ne yapacağımı bilemedim. 3-4 sn duraksadım. Hemşireler personel zaten şokta, kıpırdamadan beni izliyo. Sonra hemen işe koyuldum. Hemşirelere damar yolu açtırıp oksijen takmalarını; personele de bana aspiratör (bir nevi insan elektrik süpürgesi. Hani dişçiler ağzımıza tükrüğü çeksin diye koyarlar.) getirmesini söyledim. Aspiratörü ağzına soktuğumda kocaman bir parça geldi. Önce dil zannettim. Parçayı çıkardım. Çocuk derin bir nefes aldı ve bi süre sonra ağlamaya başladı; “baba” diye. Kurtulmuştu. 10 dk geç gelse ölecekti veya tecrübesiz dr’a rast gelseydi. En güzel kısmı da hasta toparlayınca babasının yanına gittim. Babası belki de oğlunun ölüm haberini vereceğimi düşünerek ağlayarak gözlerimin içine bakıyo. “hadi” dedim “oğlunun yanına git, seni istiyor.” Meğerse çocuk bademciklerini 10 gün önce aldırmış. Sürekli öksürdüğünden ameliyat yeri kanadıktan sonra pıhtılaşıp solunum yolunu kapatmış.
Tüm bu anlattıklarım 5 dk içinde olup bitti. Çocuk hastaneye yattı, babasıyla gittiler. Kimse bana teşekkür etmedi, gerek de yoktu. Ekstra para-prim vermediler. Sadece hemşireler-personel tebrik etti. Hala o anımın mutluluğunu yaşıyorum. O çocuğu düşünüyorum ve mutlu oluyorum.”
Ozan dayının doktor olmasından çok ilk gruba giriyor olması ve o çocuğu düşünüp mutlu olması beni müthiş sevindiriyor, gururlandırıyor.
Ozan dayınla geçen bir yıl/harala gürele
Ozan dayınla aynı şehirde okuduk. Fakat kendisi Kocamustafa Paşa’dan çıkmak için vize gerektiğini sandığından mıdır nedir o uzun yıllar boyunca çok da sık görüşemedik. Sonra deden de bir iş için İstanbul’a geldi. Olduk mu sana koca şehirde ayrı evlerde yaşayan üç Beydağ... Anneannenle Barış dayının Adana’da yaşadığı evi de sayarsak 5 kişilik bir aile ve 4 ayrı ev...
Son sene artık bir araya gelmeye karar verdik ve Cerrahpaşa’ya yakın sayılan ve tuttuğumuzda aslen çok güzel olan bir ev tuttuk. Ozan dayınla bu evi bir harabeye çevirmemiz sadece bir yılımızı aldı. Bu evle ilgili hatırladığım en güzel şeylerden biri salonda duvar kağıdıyla kaplanmış, dolayısıyla duvarla ayrılması zor olan, bir kişilik bir dolap olmasıydı. Tabii kişiler için yapılmamıştı bu dolap; ama biz dayınla bu iş için kullanıyorduk. Misafirimiz tuvalete gider gitmez o dolaba giriyor ve döndüğünde konuşmanın herhangi bir yerinde çıkıyorduk. Bir de bu kasvetli dolapta kim daha fazla tek başına kalabilir yarışı vardı ki kazanabildiğimi hatırlamam.
Evimizin hemen karşısında bir pastane vardı ve paramız suyunu çektiğinde (anlayacağın üzre deden çoktan şehri terk etmişti) pastanenin vitrinine bakardık evden. Dayın seslenirdi “Hürücan baksana şu ikinci pasta ne’li kız”. En çok bulaşık konusunda kavga ederdik. Önce sıraya koyma sistemini denedik. Dayın buzdolabına bir sticker yapıştırdı üstünde “bulaşıkları yarın yıkayacağım” yazıyordu. Ne zaman sorsam “e işte yarın” diye cevap verip beni sinir ediyordu. Sonunda bulaşıkları ayırmaya karar verdim. Kendi bulaşıklarımı yıkıyor onunkileri bırakıyordum. Bu sefer de her seferinde onun bulaşıklarını düzenli bir şekilde yerleştirip, tezgahi silme işinin sürekli bana kalmasına kıl olmaya başladım. Bu konuyu da bir sıraya bağlamaya çalıştıysam da başaramadım. Mutfak her zaman bir savaş sebebi oldu bizim için.
Çok güzel anıların yanında çok güzel kavgalarımız da oldu. Öyle böyle değil ama televizyonun havada uçtuğu (yere düşmesi fazla sürmedi), kurufasulyelerin cenk aleti olarak kullanıldığı kavgalarımızı hatırlarım. Barıştıktan sonra dayın komik isimler takardı bu kavgalara; “televizyon muhaberesi”, “kuru fasulye meydan savaşı” gibi...
Mezun olup da gittiği gün eve geldiğimde nasıl bir boşluk içine düştüğümü hatırlıyorum. Bir süre çok keyifsizdim. Artık kavga edecek kimse yoktu ama eğlenecek bir ev arkadaşı da yoktu... Çok geçmeden yeniden eski yuvama, Beşiktaş’a döndüm ben de.
Kocamustafa Paşa’daki evde bir sürü yağ, kir kalıntısı, halıflexte ayakkabı boyalarından kalma izler (dayın başlattı bu saçma şeyi), dart yuvarlağının çevresinde bir sürü minik nokta, çokça kavga ve bir o kadar da neşe bıraktık gerimizde.
27 Ağustos 2008 Çarşamba
Sol elimin işaret parmağı
Back up teyze
26 Ağustos 2008 Salı
Bu adamları seviyorum...
Bilinçaltımda ne var?
25 Ağustos 2008 Pazartesi
Ne gündü ama!..
22 Ağustos 2008 Cuma
Para mı? O da ne?
Annelerin gözyaşları
20 Ağustos 2008 Çarşamba
Bir Tuzla Seyahati... ve tavşan meselesi
Annen ve ben artık Avrupa'ya açılmanın vaktinin geldiğini düşünüp araştırmalara başladığımızda baban "siz ancak Tuzla'ya gidersiniz" demişti, ne kadar da yanılmıştı ve emin ol bu durum defalarca yüzüne vuruldu, annenin Paris'e indiği gün alıp gönderdiği ön yüzünde Eyfel Kulesi'nin bulunduğu arka yüzünde "Tuzla'dan sevgiler" yazan kartpostal da bunun en tatlı kanıtıdır.
Çok maceralı, çok eğlenceli, çok tatlı anılarla dolu olan bu seyahat hakkında anlatacak çok fazla hikaye var ve mutlaka hepsini keyifle anlatacağız sana (üstelik annenin çektiği yüzlerce fotoğraf eşliğinde) ama önce dün akşam yine kendi kendimize hatırlayıp güldüğümüz bir maceradan bahsedeceğim sana;
Annenin Paris'e gelişinin ikinci günü Paris'in biraz dışındaki otelimizin yakınından trene binip şehre gittik. Bütün günü sokaklarda, müzelerde geçirip epeyce yorulduk. Orada bizimle olan ama o gün çalışması gereken Kurtuluş dayın bize bütün yolları anlatmış, nerden hangi trenle döneceğimizi göstermiş, hava kararmadan önce mutlaka otele dönmüş olmamız gerektiğini defalarca rica ve hatta tembih etmişti. Ama Paris bizi adeta büyülemişti. Tabii ki vaktin nasıl geçtiğini anlamadık, ha bir de seine'in kenarında müzik yaparak eğlenen insanların arasına karışmış ve biraz dans etmiş olabiliriz ama bu aramızda kalsın rica ederim :))
Trene bindiğimizde hava kararmaya başlamıştı, biraz tedirgindik -ya da ben öyleydim :)- neyse ki karanlık bastırmadan gitmemiz gereken Petit Vaux durağının bir durak yakınına kadar gelmiştik ama o da ne! Tren bir anda yolunu değiştirerek ineceğimiz durağa değil de bilmediğimiz Paris banliyölerine doğru yol almaya başlamasın mı! Evet canım maalesef aynen böyle oldu. Üstelik Kurtuluş dayın daha birkaç gün önce bana oraların ne kadar tehlikeli olduğunu, arabayla geçerken bile tedirgin olduğunu filan anlatmıştı.
Neyse ki genç bir kız bizim yabancı olduğumuzu anlayınca nerden geldiğimizi, nereye gitmeye çalıştığımızı sordu gerçi kendisi de tren tarifesini tam olarak bilmiyordu ama bir şekilde hangisine binmemiz gerektiğini bulduk. Önce alt geçitten karşıya geçmemiz sonra da 20 dakika kadar beklememiz gerekiyordu.
Neyse ki sağ salim trene bindik ve küçük, tatlı mahallemiz Petit Vaux'ya ulaştık. Otele döndüğümüzde odamızın kapısının ardına kadar açık olması, etrafta hiç kimsenin olmaması, (kendisinden korktuğumuz güvenlik görevlisine bile razıydık o anda) geceyi kapının önüne yığdığımız eşyalara rağmen gündüz kapıyı açan kişinin tekrar geleceğine emin olarak korku içinde geçirmiş olmamız ise ayrı bir hikaye :)
Sonuçta canımıniçi, her ne kadar o anlarda biraz korkmuş olsak da bu hikaye olmadan böyle bir seyahat anlamsız olurdu diye düşündük her ikimiz de. Hem bak şimdi sana anlatıyoruz daha ne olsun?
Son olarak şunu söylemek istiyorum sana; Annen başımıza gelenleri özellikle koşma bölümünün üstünde durarak babana anlattığında baban bize Nazım amcanın dizelerini hatırlattı; Tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar!
Korkusuz, kaçışsız bir ömrün olsun bebeğim. Ama gerektiğinde birlikte koşacak dostların da olsun... En güzeli de bu değil mi zaten? Koştuğunda yanında koşacağından emin olduğun insanlarla olmak...
Ve çok seveceğim biri daha
Potansiyel arkadaşların
19 Ağustos 2008 Salı
"Hapis mi?" ve dedenin büyük başarısı
Aşık dede, maşuk anneanne
Nazım'dan
|
İçim "kıpır kıpır"
18 Ağustos 2008 Pazartesi
17 cm'lik bir minik dev
Seni gidi minik pipi
Cuma günüyle ilgili ben de bir şeyler yazacağım elbet; ama sana dair duyuru için Marjinal'den bir alıntı yapacağım önce. Babanın iş arkadaşı Aslı teyzen (ya da kendisi tercih ederse ablan) öyle güzel duyurmuş ki haberi bize ancak “Bir adam” başlıklı yazıyı buraya aynen almak kalıyor.
"Raporlar hazırlandı, tasarımlar tamamlandı, herkes toparlanıp İstanbul sokaklarındaki kalabalığın arasına karıştı...
Ancak tüm bunlar olup biterken bir adam vardı ki içten içe gülümseyen... Önündeki ekranda milimetrik işlerle uğraşırken, aklı bir başka yerdeki milim hesaplarına işleyen...
Senem ve ben de tam tepesine dikilmiş, elindeki işi bitirmesini beklerken, o adam artık dayanamadı ve ağzındaki baklayı çıkarttı: "Bugün saat 15:00'te Aras, ben ve Hürücan doktora gittik. Ve doktor ilk olarak bize bebeğin pipisini gösterdi!"
Cemal'in hayatını değiştiren milim gunlerdir, aylardır sabahtan akşama gözünü dikip baktığı dev bilgisayar ekranında değil, doktorun ultrason cihazındaki el kadar ekranda ortaya çıktı.
Şirketteki kız annelerine duyurulur. Mert'in yakışıklı oğlundan sonra bir tane daha geliyor! Marjinal'de dengeler değişiyor!
Cemal'in yüzünde güller açıyor!
"Darısı erkek çocuk isteyenlerin başına" diyerek bu adamın hikayesi de burada sona eriyor."
15 Ağustos 2008 Cuma
Bugün
Dün (ya da yöresel söyleyişle "düneyn")
14 Ağustos 2008 Perşembe
Yeni eğitimler
Öğrencilik günleri
Sadece bir gün sonra
12 Ağustos 2008 Salı
Babandan benim için.
Bu şiirlerden ilkini, çekmeceme sevdiğim kurabiyelerle birlikte bırakmıştı baban. Çok mutlu bir andı. Üstelik leziz...
İsimsiz
Ölümü düşünür oldum
Daha önümde uzun yıllar varken
Ölümü düşünmem hastalıktan
ve karamsarlıktan değil
Gelecek adına iyimserim
Gelecek olan yakın ölümü değil
Bana çok çok uzaklardaki
Ölümü düşünür ve korkar oldum
Çünkü benim bir can’ım var.
***
O
Gardiyanım O’ysa eğer
Razıyım ben bir ömür boyuna
Eğer değilse razı değilim
Bir saniyesine bile mahpusluğun
***
İsimsiz 2
Sana sevdalanmak
Acı çekmekse eğer
Ben çoktan balıklama atlamışım
Acı denizinin derinliklerine
Bir minik masal
Gökten sade iki elmanın düştüğü tatlı bir masal
Küçük bir kız çocuğu...
Boyundan büyük sevgilere kalkışmış!
Koca bir adam ve kibrit çöplerinden bir ev
düşlemiş...
Adamın fasulye pişirdiği kadının şımarıklık yaptığı
yemek saatlerini beklemiş.
Fasulyenin dibi tutsun istemiş,
sevişmenin tatlı unutkanlığından...
Küçük bir kız çocuğu...
Aşık olmuş,
aldırmadan çemberin çevresinin kaç metre olduğuna
O hep, inatla sevgilisine dönen çemberleri sevmiş
Bir de çocukken beline takıp çevirdigi çemberleri
ve her seferinde beceremediği
ve her seferinde herkesten önce düşürdüğü belinden
ve yine de bir oyun olduğunun farkında olduğu zamanlardaki gibi.
Bugün de aşk çemberini sürekli çevirip çevirip düşmesine aldanmadan yine takmış beline
çünkü dedik ya
küçük bir kız çocuğu
aşık olmuş...
Ve bütün sevdiği çemberler sevgilisinin çevresinde dönenlermiş
Küçük bir kız çocuğu
adamı her düşündüğünde anlamış
o birlikte gittikleri oyundaki "tek birine hediye edilen, biriktirilen sevgileri"...
Kız çocuğu tüm biriktirdiklerini getirip koymuş adamın önüne
ve adam fısıldamış küçük aşık kadının kulağına
"Fasulyeyi ocakta unuttuk"
Anlar...
- Aşıkken sahilde ilk oturduğumuz gün. Müge, Yasemin, Cemal ve ben... Cemal’in peçeteden SS yapışı ve gizliden gösterişi.
- İlk ayrılığımız, tam da durağın orada ayrıldığımız anda yağmur yağmaya başlaması. Dönüp arkama bakamamam.
- Balon vurma yarışlarımız. Bir keresinde Bebek’te paramızın büyük çoğunluğunu bu işe ayırmamız.
- Spor salonunda 60 kilo kaldırdığını söyleyince beni de iki eliyle havaya kaldırabilir mi acaba diye düşünmemiz ve bunu ciddi ciddi denememiz. Sonra Cemal’in rahat tutamıyorum diyerek mızıklanması...
- Ameliyat olduğum gün, narkozdan uyandığımda annemin cemalin aradığını söylemesi ve anında ağlamaya başlamam.
- Cemal’in banyodaki duşun tutacağını aşağıya aldığı gün. Cemal’in benim yaşamımı kolaylaştırmak için yüzlerce şey yaptığı her gün.
- Cemal’e “kiraz mevsiminin sevişme vakti olduğunu” söyleyen şiirle birlikte bir kutu içinde bir sürü kiraz göndermem.
- Dönüş filmini izledikten sonra, Beyoğlu’ndan Nişantaşı’na sessizce yürüdüğümüz gün.
- Cemal’e doğumgününde sandalet almak istemem, aradığımı bulamayınca öylesine bir tane almam. Tam buluşmaya giderken aradığım sandaleti vitrinde görünce onu da almam. O gece ona iki sandalet hediye etmem.
- Parktaki tuvaletin arkasında duvar yazıların önünde resmimi çekmesi ve o resmi hep çok sevmesi.
- Bir kış günü altımıza bir leğen alıp parktaki yokuşlardan birinde kaymamız. Benim bunu sadece Cemal varken yapabilmem, o yanımdayken hiç endişelenmemem.
- Yazı Tura filminde adam niye kulağı kesti diye saatlerce tartışmamız sonra küsüp yatmamız.
- Cemalin parmaklarıyla mesafeleri ölçmesi ve oraya kaç saatte gidilebileceğini söylemesi. Kafadan attığı istatistikler.
- Olimpostaki barda ne zaman halay çekmek için kalksa müziğin susması, halay ekibinin dağılması.
- Cemalin eve yeni sifon taktığında “Beydağ bak evi yavaş yavaş yenilemeye başladık” demesi.
Babandan...
Çakırkeyf olmayı severim, ama artık çakırkeyf değil sarhoşum. Acı çekiyorum.
Aşkını ilk kez itiraf ederken
Nazım Vera’yı bırakıp gittiğinde onu unutabilseydi giderdim. Ama unutamadı.
Birlikteliğin sorgulandığı ilk günlerde...
Öksüz kalmış Filistinli çocuklar gibiyim.
Bir ayrılık zamanında...
Nefes almak için aradım, tekrar dalacağım
Bir ayrılık zamanında telefonda...
Hayat sensiz sadece siyah beyaz.
Özlem dolu günlerin sonunda.
Sen beni gün içinde özlüyor musun? Ben bazen akşam olsun diye sabırsızlanıyorum.
Durup dururken...
Seni kısrağını seven bir seyis gibi seviyorum
Geçtiğimiz günlerde bir telefon mesajı
Hisli bir gün bugün.
11 Ağustos 2008 Pazartesi
İlk hediyeler...
Eee senden ne haber?
Zor da olsa alış bu sıcaklara
4 Ağustos 2008 Pazartesi
Anneni beklerken...
Siz şimdi tatildesiniz ya ailecek, ben unutmuş gitmişim. Saat şu an sabah 9.50. Az önce annenin oturduğu yere doğru bakıp "Hürücan nerede acaba, bu saate çoktan gelirdi" diye geçirdim aklımdan. Sonra bir an tatilde olduğunuzu hatırlayıp kendi kendime güldüm. Özlemişim anneni. Ama emin ol, burada olsaydı sırf senden konuşurduk : ) iyi tatiller...