Annen ve ben artık Avrupa'ya açılmanın vaktinin geldiğini düşünüp araştırmalara başladığımızda baban "siz ancak Tuzla'ya gidersiniz" demişti, ne kadar da yanılmıştı ve emin ol bu durum defalarca yüzüne vuruldu, annenin Paris'e indiği gün alıp gönderdiği ön yüzünde Eyfel Kulesi'nin bulunduğu arka yüzünde "Tuzla'dan sevgiler" yazan kartpostal da bunun en tatlı kanıtıdır.
Çok maceralı, çok eğlenceli, çok tatlı anılarla dolu olan bu seyahat hakkında anlatacak çok fazla hikaye var ve mutlaka hepsini keyifle anlatacağız sana (üstelik annenin çektiği yüzlerce fotoğraf eşliğinde) ama önce dün akşam yine kendi kendimize hatırlayıp güldüğümüz bir maceradan bahsedeceğim sana;
Annenin Paris'e gelişinin ikinci günü Paris'in biraz dışındaki otelimizin yakınından trene binip şehre gittik. Bütün günü sokaklarda, müzelerde geçirip epeyce yorulduk. Orada bizimle olan ama o gün çalışması gereken Kurtuluş dayın bize bütün yolları anlatmış, nerden hangi trenle döneceğimizi göstermiş, hava kararmadan önce mutlaka otele dönmüş olmamız gerektiğini defalarca rica ve hatta tembih etmişti. Ama Paris bizi adeta büyülemişti. Tabii ki vaktin nasıl geçtiğini anlamadık, ha bir de seine'in kenarında müzik yaparak eğlenen insanların arasına karışmış ve biraz dans etmiş olabiliriz ama bu aramızda kalsın rica ederim :))
Trene bindiğimizde hava kararmaya başlamıştı, biraz tedirgindik -ya da ben öyleydim :)- neyse ki karanlık bastırmadan gitmemiz gereken Petit Vaux durağının bir durak yakınına kadar gelmiştik ama o da ne! Tren bir anda yolunu değiştirerek ineceğimiz durağa değil de bilmediğimiz Paris banliyölerine doğru yol almaya başlamasın mı! Evet canım maalesef aynen böyle oldu. Üstelik Kurtuluş dayın daha birkaç gün önce bana oraların ne kadar tehlikeli olduğunu, arabayla geçerken bile tedirgin olduğunu filan anlatmıştı.
Bir sonraki durakta indik, elimizdeki örümcek ağına benzeyen tren haritası o anda sadece sinirimizi bozuyordu. sakin olmaya çalışarak tek yapmamız gereken istasyonun karşısına geçmek ve gitmemiz gereken yöne doğru giden ilk trene binmek diye düşündük. Ama hayat o kadar da basit değildi, çünkü aynı yöne giden birçok hat vardı ve hava iyiden iyiye kararmıştı. İstasyonda bizimle konuşmaya istekli olan tek kişi ısrarla sigara istiyor, neden bilmiyorum bana Londra'da yaşayan kız kardeşinden bahsediyordu.
Neyse ki genç bir kız bizim yabancı olduğumuzu anlayınca nerden geldiğimizi, nereye gitmeye çalıştığımızı sordu gerçi kendisi de tren tarifesini tam olarak bilmiyordu ama bir şekilde hangisine binmemiz gerektiğini bulduk. Önce alt geçitten karşıya geçmemiz sonra da 20 dakika kadar beklememiz gerekiyordu.
Neyse ki genç bir kız bizim yabancı olduğumuzu anlayınca nerden geldiğimizi, nereye gitmeye çalıştığımızı sordu gerçi kendisi de tren tarifesini tam olarak bilmiyordu ama bir şekilde hangisine binmemiz gerektiğini bulduk. Önce alt geçitten karşıya geçmemiz sonra da 20 dakika kadar beklememiz gerekiyordu.
Alt geçide indik. Hava karanlıktı demiş miydim? Paris'in tehlikeli bir banliyösünde olduğumuzu söylemiş miydim peki? neyse, alt geçide girdik, düşündüğümden çok daha kötüydü manzara, ıslak, pis kokulu, daracık ve uzun bir tünel! Bir de tam o esnada karşı taraftan birkaç zenci gelmesin mi? (bu da ayrı bir konu, bütün seyahat boyunca ben zencilerden tırstım, annense nedense "zenci" kelimesinin evrensel bir kelime olduğuna inanarak her "zenci" dediğimde beni susturmaya çalıştı, tabii ki zencilerden korkmam için bir sebep yoktu, bunlar hep toplumsal kodlanmalar canım sen sakın yapma) E bu manzara karşısında normal bir kadın ne yapar? tabii ki koşmaya başlar :))) Ben de annenin de aynı anda koşmaya başlayacağından emin olarak yapmam gerekeni yaptım :))) Nefes nefese tünelin diğer tarafına geçtiğimizde annen hem kızıyor hem gülüyordu. Benim koşmaya başlamam onu daha da korkutmuştu.
Neyse ki sağ salim trene bindik ve küçük, tatlı mahallemiz Petit Vaux'ya ulaştık. Otele döndüğümüzde odamızın kapısının ardına kadar açık olması, etrafta hiç kimsenin olmaması, (kendisinden korktuğumuz güvenlik görevlisine bile razıydık o anda) geceyi kapının önüne yığdığımız eşyalara rağmen gündüz kapıyı açan kişinin tekrar geleceğine emin olarak korku içinde geçirmiş olmamız ise ayrı bir hikaye :)
Neyse ki sağ salim trene bindik ve küçük, tatlı mahallemiz Petit Vaux'ya ulaştık. Otele döndüğümüzde odamızın kapısının ardına kadar açık olması, etrafta hiç kimsenin olmaması, (kendisinden korktuğumuz güvenlik görevlisine bile razıydık o anda) geceyi kapının önüne yığdığımız eşyalara rağmen gündüz kapıyı açan kişinin tekrar geleceğine emin olarak korku içinde geçirmiş olmamız ise ayrı bir hikaye :)
Sonuçta canımıniçi, her ne kadar o anlarda biraz korkmuş olsak da bu hikaye olmadan böyle bir seyahat anlamsız olurdu diye düşündük her ikimiz de. Hem bak şimdi sana anlatıyoruz daha ne olsun?
Son olarak şunu söylemek istiyorum sana; Annen başımıza gelenleri özellikle koşma bölümünün üstünde durarak babana anlattığında baban bize Nazım amcanın dizelerini hatırlattı; Tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar!
Korkusuz, kaçışsız bir ömrün olsun bebeğim. Ama gerektiğinde birlikte koşacak dostların da olsun... En güzeli de bu değil mi zaten? Koştuğunda yanında koşacağından emin olduğun insanlarla olmak...
2 yorum:
Ha ha. O anı düşünününce hala o kadar komik geliyor ki... İnsan dostunu en çok yolculuklarda tanıyor bu kesin. Nerden bilebilirdim ki teyzenin korktugunda kosmaya basladigini :) Korkusuyla, neşesiyle, hüznüyle her şeyiyle harika bir 14 gündü.
Sen de büyüdüğünde böyle güzel dostlar edinir ve onlarla böyle güzel yolculuklara çıkarsın umarım.
kartpostal çalışma bölgemdeki panoda asılı, üzerine başka bi şey gelmemiş ise sıkca görürüm, bu görmüş olduğum kartpostal bana çok şey anlatiyor ve hatirlatiyor. o çok şeylerden birisini ama sadece birisini gözde anlatmiş. diğerlerini de hep bir aradaiken gözdeden ve annenden dinleriz.
Yorum Gönder